26 Ekim 2014 Pazar

ORTADOĞU'DA GELECEĞİ ÖNGÖRMEK


Ortadoğu, tarih boyunca birçok insanlığın ve medeniyetin ortak noktası olmuştur. İslam öncesi ve İslam sonrası bir türlü istikrarın var olamadığı bu coğrafya;Bugün yine 500 yıllık tarihi ile Kapitalist sistemin egemen odaklarının ve ortaklarının yarattığı bir bataklık haline dönüşmüştür.

Bu ortak noktada en çok ezilen halkların başında, yine Kürtlerin gelmesi tesadüfi bir olay değildir. Dün Irak'taki Halepçe'yi ve 1992'li yılların Türkiye'sinde yaşanan trajedik olayların izleri hatıralarımızda her an canlanmaktadır. İşte dünden bugüne süre gelen bu olayların birçoğu, Kürtlerin varlığının dünyaya haykırışı niteliğinde olmuştur.

Türkiye sınırının yanı başında, insanlık dramının yeni bir boyut kazandığına hepimiz tanık olduk. Kobanê'yi teslim almaya çalışan IŞİD savaşçılarına karşı kayıtsız kalmak yerine, kısa bir sürede Türkiye'deki Kürtler'den de destek alarak bir direniş mücadelesi  verilmeye başlandı.Yaşanan katliamlara tüm dünya ülkeleri yine seyirci kaldı.

Özellikle,Türkiye Kürtleri ile barış sürecinin yaşandığı bu hassas dönemde, Türkiye, olup bitenleri sınır hattında seyretmekle yetinirken, yapılan söylemler Türkiye Kürtleri'ni oldukça öfkelendirdi. Geri dönülemez bir kırılmanın yaşanması an meselesi. 

Bu kırılma sadece Türkiye Kürtleri açısından değil,uluslararası konjektörlerin ve bölgedeki çatışmaların altında yatan asıl hesapların durumunu anlamak açısından da önem arz ediyor.
Kobanê direnişi üzerine verilen mücadelenin ve bölgede yapılan gizli hesapların analizi üzerinde durmaya çalışacağız.

Suriye'ye karşı yürütülen savaşın organizasyonunda yer alan tarafların bir kriz sürecinde olduğuna tanıklık ediyoruz.

Temmuz 2012’de düzenlenen, “yüz kadar devlet ve uluslararası kuruluşun yer aldığı”  Suriye dostları koalisyonu, bu gün itibariyle, sadece 11 ülkeden/kuruluştan oluşuyor. IŞİD örgütüne karşı olan koalisyon resmi olarak “60’tan fazla devletten meydana geliyordu”. 

Ancak, koalisyonu oluşturan tarafların, yapacakları görevler listesi gizli kalırken, ortak noktaları az olduğu görülüyor.

Çünkü: haziran 2014'te, Ortadoğu coğrafyasının ABD ve Rusya arasında yeni paylaşımı organize eden ve barış ortamına dönüldüğünü bildirmesi gereken Cenevre 1 konferansının yapıldığı zaman,  François Hollande’ı Devlet Başkanı seçen Fransa, konferansının nihai bildirisine kısıtlayıcı bir yorum konulmasını sağlamıştır. Fransa yönetimi daha sonra, ABD Dış İşleri Bakanı Hillary Clinton ve CIA Directörü David Petraeus’un desteğiyle, İsrail ve Türkiye hükümetlerinin Suriye’ye savaş açma düşüncesine dayanarak, savaşın başlamasını organize etmişlerdi.

ABD yönetimi, Ocak 2014’te yapılan kapalı bir oturum sırasında, Irak ve Suriye devletlerinde bölünme olacak şekilde, Irak’ta Sünni Arapların yaşadıkları bölgeleri ve Suriye’de Kürtlerin yaşadıkları bölgeleri işgal etme görevinin de verilmesiyle birlikte, IŞİD örgütüne silah ve finansman yardımı yapılması kararını kongreden geçirmişti.

Türkiye ve Fransa hükümetleri, IŞİD organizasyonu saldırı yapması için El-Kaide (El Nusra cephesi) örgütünü silahlandırdılar ve Koalisyonun ilk başlarda aldığı karara geri dönmemesi için ABD yönetimine itiraz ettiler. Ayman El-Zawahiri’nin sükûnette davet çağrısı üzerine, El-Kaide ve Daesh örgütleri arasında Mayıs ayında anlaşmazlık yaşanmadıysa, bu durum, Fransa ve Türkiye’nin o dönemdeki müttefik güçlerinin bombardıman saldırılarına katılmadıklarından dolayıdır.

ABD Yönetimi'nin Ortadoğu'daki en büyük amacı: bölgedeki hidrokarbür yataklarını kontrol etmek istemesidir. Bu planın en başında siyasetçi ve iş adamı, George W. Bush dönemi Başkan Yardımcısı, (20 Ocak 2001 - 20 Ocak 2009) Dick Cheney’in bulunduğu Ulusal Enerji Politikasını Geliştirme  Topluluğu (National Energy Policy Development Group) ilgili bölgelerde uydulardan alınan görüntüleri ve sondaj verileri incelemeye alarak, dünya hidrokarbür rezervleri yerlerini belirledi ve Suriye’de bulunan büyük doğalgaz yataklarını keşfetti.

2001’de yapılan askeri darbe sırasında Washington yönetimi, zengin doğal kaynak yataklarına el koyabilmek amacıyla, sekiz ülkeye saldırı düzenleme kararını aldı (Afganistan, Irak, Libya, Lübnan, Suriye, Sudan, Somali ve İran). ABD Dış İşleri Bakanlığı “Arap baharı” olaylarını organize etmek üzere Ortadoğu ve Kuzey Afrika (The Midlle and North Africa) dairesini kurarken, Genelkurmay Başkanlığı da (Suudi Arabistan ve Türkiye’nin bölünmesini içeren) “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi”nin yeniden düzenleme konusunu gündemine aldı.

ABD ve Rusya yönetimleri, İngiltere ve Fransa’nın daha önceki yerini alma ve 1916’da yapılan Sykes-Picot anlaşması gereği Londra ve Paris’in Ortadoğu coğrafyasını paylaştıkları gibi, bölgenin paylaşım görüşmelerine başladılar.

Fransa yönetimi, Haziran 2012’de, büyük bir tantana ile koalisyonun en önemli toplantısını Paris’te organize ederek Suriye’ye savaşını başlatmış oldu. Devlet Başkanı François Hollande konuşma metni, muhtemelen İsrailliler tarafından İngilizce olarak kaleme alındı ve sonra Fransızcaya çevirisi yapıldı.

ABD Dış İşleri Bakanı Hillary Clinton ve Büyükelçi Robert S.Ford (John Negroponte tarafında yetiştirilen) tarihin en büyük üstü örtülü savaşına giriştiler.

Daha önce Nikaragua’da olduğu gibi, özel olarak teşkil edilmiş ordular, bölgeye sevk edilen paralı askerleri seferber ettiler. Ancak bu defa, paralı asker kadroları cihatçı sürüsünü eğitmek üzere ideolojik bir çevreye alındılar.

ABD Savunma Bakanlığı Pentagon, Dış İşleri Bakanlığı ve CIA’da olup bitenler üzerine dönünce, Suriye’de yapılan operasyonların gözetimini ihmal etmiş oldu. Yürütülen savaşın maliyeti şaşırtıcı derece yüksek oldu.

Ancak, ABD, Fransa ve Türkiye devlet hazineleri dikkate alındığında, bu maliyetin anılan devletler için pek de önemli olmadığı anlaşılıyor. Çünkü finansmanı Suudi Arabistan ve Katar Emirliği tarafından sağlanmıştı.

Fransa ve Türkiye yönetimleri, 2013 yılı yaz aylarında sözde Esad rejiminin kimyasal silah kullandığı konusunu gündeme getirerek, ABD güçlerinin Suriye’ye geniş kapsamlı bir bombardıman faaliyetine girişmeye sevk etmelerinden sonra, Beyaz Saray ve Pentagon kontrolü yeniden ele almaya karar verdiler.

ABD yönetimi, 2014 Ocak ayında kapalı bir oturumla Kongreyi topladı. Irak devletinin üçe bölünmesini, Kürt bölgesini Suriye’den ayrılmasını içeren bir plan kararını aldı. 

Bu kararın gereği yapılabilmesi için, ABD Ordusunun, Uluslararası Hukuk kurallarına göre yapamayacağı işi gerçekleştirebilecek kapasiteye sahip bir cihatçı grubu finanse ederek, silahlandırma kararını aldı: yani, etnik temizlik yapmak için çalışmalara başlandı.

Koalisyon güçlerinin şimdilerdeki bombardıman faaliyetinin, ilk başlardaki izlenen, Suriye Arap Cumhuriyetinin yıkılması politikasıyla herhangi bir ilişkisi bulunmuyor.

Koalisyonun “terörle mücadele” ilanıyla da herhangi bir bağı yok. Bombardıman kampanyası, gerektiğinde bölgede yeni devletlerin kurulmasını da içerecek şekilde (ama gerekli olmadığı anlaşılıyor), ABD çıkarlarını savunmak üzere düzenleniyor.

Pentagon, Suudi Arabistan ve Katar Emirliğine ait bazı uçaklarla, sembolik olarak yardım ediyor. Ama Fransa ve Türkiye uçakları katılmıyor.

Havadan 4000’den fazla sorti gerçekleştirdiği iddia ediliyor, oysa sadece 300 kadar cihatçı savaşçının öldüğü tahmin ediliyor.

Resmi söylemi dikkate alacak olursak, 13’ten fazla saldırı oldu ve bir cihatçının öldürülmesi için kaç adet bomba ve füzenin kullanıldığı kimse bilmiyor. Tarihin en maliyetli ve en gereksiz hava saldırı kampanyası düzenlendi. 

Akıl yürütme yoluyla konuyu düşünecek olursak, IŞİD örgütünün Irak’a saldırması petrol fiyatları üzerinde bir manipülasyon olduğunu görürüz; petrol varil fiyatı 115 dolardan, 83 dolara düştü.

Bu oran,  % 25 düşüşe karşılık geliyor. Meşru yollardan Irak Başbakanı olarak seçilen Nuri El-Maliki, ülkesinde çıkan petrolün yarısını Çin’e satıyordu.Damgalandı ve iktidardan indirildi. Daesh/IŞİD organizasyonu ve Irak Kürdistan’ı Bölgesel Yönetimi de petrol satışlarında azalma oldu ve ihracat kalemleri % 70’e indi. Çin menşeli petrol şirketlerinin kullandıkları tesisler tamamıyla yıkıldı. Irak ve Suriye petrol ürünleri fiilen Çinli alıcılardan uzak tutularak, ABD’nin kontrol ettiği uluslararası pazara yeniden entegre edildi.

Bu yeni süreç gösteriyor ki; Suriye’de barış ortamı yeniden tesis edilecek ve uzun zaman gerektiren yeniden imar sürecine odaklanılacak.

Suriye yönetimi, ülkesini yeniden imar edilmesi amacıyla Çin inşaat firmalarına yönelebilir.
Ancak, Pekin yönetimini hidrokarbür ürünlerinden uzak tutmayı tercih edecek.

Petrol sanayisini yeniden inşa etmek ve doğalgaz yataklarını işletebilmek amacıyla Rusya firmalarına yönelebilir. Suriye’yi transit geçecek boru hatları konusu Rusya ve İran’dan alacağı desteğe bağlı olacak.

Fransa ve Türkiye yönetimlerinin bölgeye ilişkin yeniden kolonizasyon hayalleri gerçekleşmeyecek bir sürece girmiştir.

Fransa hükümeti, Çin’e yaklaşmaya çalışan bütün devletler üzerinde hüküm sürmeye girişebilir. İvoire Sahili, Mali, Orta Afrika Cumhuriyeti ve Batı  düzenini o bölgelerde yeniden inşa edebilir.

Bu süreçte Türkiye’ye gelince, bu atmosferde sesini yükseltmemesi gerekiyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, işin doğasına ters gelen bir durum, Müslüman Kardeşler ile Kemalistler arasında bir ittifak kurmasını başarsa bile, yeni Osmanlıcılık hayalinden vazgeçmesi gerekebilir.

NATO üyeliği sıfatıyla Türkiye, Yunanistan’da Gergios Papandreou ve Türkiye’de Bülent Ecevit hükümetleri döneminde olduğu gibi, ABD yanlısı bir askeri darbe kurbanı olmaya yatkın bir geçmişe sahip olduğunu unutmaması gerekiyor.

Yine 7-8 Ekim'de Kobane'ye destek amaçlı yaşanan iç karışıklıklar buna bir mesaj olarak kabul edilmelidir. İç karışıklığa zemin hazırladığı bu süreçte Kürtlerle başlattığı barış sürecinde somut adımlar atmalıdır.

Suudi Arabistan Hanedanlığı ve Katar Emirliği, Suriye Arap Cumhuriyetinin devrilmesi uğruna boşuna harcadıkları milyar dolarları hiç bir zaman Türkiye için tahsis etmeye yanaşmayacaklar.

Türkiye’de olası toplumsal bir alt üst olma durumundan sonra, belki yeniden inşaat faaliyetlerinin bir kısmına katılabilirler.

Suudi Hanedanlığı ABD’nin ekonomik çıkarları gereğini yerine getirmeye devam edecek.
Ancak, bölgede büyük çaplı savaşların önlenmesi yönünde çaba gösterilmesinden imtina edecek.

Suudi Arabistan Krallığı, Washington yönetiminin her zaman, Hanedan ailesinin kendi mülkü olarak gördüğü Arabistan’ı bölme kararını alabileceğinin farkında olması gerekiyor.

İsrail yönetimi, kısa vadeye yönelik, el altında Irak’ın gerçekten üçe bölünmesini teşvik edebilir. Güney Sudan’da daha önce gerçekleştirdiği gibi, Irak Kürdistan’ını kurdurabilir.
Kuzey Suriye ile birleştirebilmesi düşük bir ihtimal görünüyor.

İsrail yönetiminin, Birleşmiş Milletlerin Geçici Gücünü Güney Lübnan’dan alabilmesi ve Suriye sınırında olduğu gibi, Birleşmiş Milletler Salınımı Gözetleme Gücü (FNUOD) yerine El-Kaideyi ikame etmesi pek olası görünmüyor.

Ancak, 66 yıllık devlet tarihiyle İsrail, büyük girişimde bulunup, ama az kazanım elde etmeye alışık. Suriye ile yürütülen savaşta ve Koalisyonu oluşturan taraflar arasında aslında kazanan tek aktör.

Komşusu Suriye’yi uzun yıllara yönelik yalnızca zayıflatmadı, aynı zamanda, Suriye’nin kimyasal cephanelik oluşturmasını engellemiş oldu. Öyle ki, bugün artık dünyada, ileri düzeyde atom silahları cephaneliğine, kimyasal ve biyolojik silahlar cephaneliğine sahip tek ülke İsrail oluyor.

Irak Devleti bugün artık  fiilen üç ayrı devlete bölündü: İslam Halifeliği uluslararası camia tarafında tanınmayacak. 

İlk bakışta, Kürdistan’ın Irak’tan ayrılmasına engel olabilecek kimse görünmüyor. 

Aksi takdirde, Kerkük petrol sahaları da dâhil olmak üzere, idari tanımlamasına göre % 40 oranında topraklarında genişleme sağlamasını nasıl açıklayabiliriz. 

Halifelik yerine bir süre sonra tedricen, muhtemelen IŞİD örgütünden “ayrılan” kişilerin yöneteceği, ancak yönetilen halka daha az eziyet edileceği Sünni bir devlet ortaya çıkacak. 

El-Kaide eski savaşçılarının, en ufak bir itiraz olmaksızın,  iktidara getirildiği Libya sürecinde olduğu gibi.

Lübnan IŞİD örgütü tehdidi altında varlığına devam edebilir. Ancak, bu organizasyonun terörist faaliyetlerden başka bir rolü olmayacak. 

Cihatçı örgütler, anarşi batağına sürüklenmiş bir devletin siyasi faaliyetlerini dondurma aracı olarak işlev görecekler.

Rusya ve Çin yönetimleri, yerel halklara merhamet etmeleri için değil, ancak, IŞİD enstrümanı gelecekte kendilerine karşı kullanılacağından dolayı, Irak, Suriye ve Lübnan’da IŞİD organizasyonuna karşı hemen mücadele girişimde bulunmaları gerekiyor.

IŞİD örgütüne, finansmanını sağlayan Suudi Prensi Abdul Rahman ve operasyonları yöneten Halife İbrahim komutanlık ediyorlar.

Esas yönetici kadrolarının hepsi de askeri istihbarat servisleri üyesi olup, Gürcistan vatandaşı ve bazen de Türkçe konuşan, Çin vatandaşlığı olan kişilerdir.

Gürcistan Savunma Bakanlığı, bu konudaki fikrini değiştirmeden önce, cihatçılara eğitim verildiği kamplara ev sahipliği yapıldığını kabul etmişti.

Moskova ve Pekin yönetimleri, mücadele etme konusunda kaygı taşıyorlarsa, Kafkasya’da, Fergana vadisinde (Özbekistan) ve Xinjiang’da (Sincan Uygur Özerk Bölgesi)IŞİD organizasyonuna karşı mücadele vermeleri gerekiyor.


19 Ekim 2014 Pazar

ORTADOĞU'NUN DÜNÜ,BUGÜNÜ VE BEKLENEN SU SAVAŞLARI


Haçlı Seferleri, dünya tarihinin en uzun soluklu mücadelelerinden biri olarak tarihe geçmiştir. Müslümanlar, amaçlarını anlamak konusunda yetersiz kaldıkları bu yeni komşularını, siyasi rakiplerine karşı kullanabilecekleri bir araç gözüyle bakarak fazla önemsememişlerdir. 

Haçlılar da bu durumdan istifade ederek belki de umulandan çok daha rahat bir şekilde ana hedefleri Kudüs'e ulaşmayı ve Ortadoğu'ya yerleşmeyi başarmışlardır. 

Başlangıçtaki heyecan, karmaşa ve ön yargılar aşıldıktan hemen sonra tarafların, siyasi gereksinimlerinin aslında birbirlerinden pek de farklı olmadığı gerçeğini idrak etmeleri güç ve iktidar adına yapılan siyasî ittifakları da beraberinde getirmiştir. 

Ve bu günümüzde de farklı versiyonlar ile devam etmektedir.Müslümanlar tarafında Nureddin Mahmud b. Zengi, Selahaddin Eyyûbî ve Memlûklar, Haçlılar safında ise IX. Louis ve bazı istisnalar dışında 200 yıllık bu mücadeleye yön veren, seferlerin kaderini etkileyen temel olgu, siyasî ve ekonomik gereksinimlerin etrafında şekillenen karşılıklı çıkar ilişkileri olmuştur. Bu türden ilişkiler ise tarihin her döneminde Ortadoğu bölgesinin kaderini şekillendirmiştir. [1]

Nitekim Haçlı Seferleri sırasında yaşananlarla günümüzde Ortadoğu'da yaşananlar arasında herhangi bir farklılığın olmadığı görülmektedir. Dikkat edilirse,tüm dünya ülkelerinin gözü Ortadoğu'dadır. Her kutup ve sistem kendine göre politikalar geliştirdi, bir biri ile çeşitli ilişkiler kurarak süreç içerisinde ilginç bir dünya düzeni kurdular.

Bölgenin coğrafyası,coğrafya üzerine çizilen sınırlar,o sınırlar üzerine kurulan devletler, her birinin ulus devlet olma özelliği, bu devletlerde sergilenen demokrasi oyunları,ekonomisi,politikası ve en önemlisi yeraltı kaynaklarının paylaşımı ve kaderi emperyalizm tarafından belirlendi. 

Yüzyıl önceden oluşturdukları emperyalist yapı ile günümüze uzanan kirli  bir siyasetle, doku ve dengeler ile sürekli oynandı ve oynanmaya devam ediliyor. İslam adına Müslüman bir coğrafya'da El Kaide, El Nusra, IŞİD vb. gibi İslam ve İnsanlık düşmanı yapılanmalar yaratarak, Büyük Orta Doğu Projesi (BOP), Arap Baharı, Arap Devrimleri gibi türetilerle Ortadoğu'yu yangın yerine çevirdiler ve çevirmeye devam ediyorlar.

Ortadoğu'da kirli politika ve savaşların, tükenen enerji ve petrol kaynakları için yaşandığı gerçeklik göz önünde  bulundurulduğunda; paralel olarak sırayı yine hayati önem taşıyan tatlı su kaynaklarının tahribiyle ivme kazanacak olan su savaşları alacaktır.

Dünya yüzeyinin yaklaşık yüzde 70'i sularla kaplıdır. Mevcut suyun %97'sini okyanuslar ve denizlerdeki tuzlu su oluşturmaktadır. Geriye kalan %3'lük kısmını ise canlıların ihtiyaçlarını karşılayan tatlı sular oluşturmaktadır.Bu %3'lük su miktarının dünya üzerindeki dağılımı da son derece dengesizdir. [2]

Su ve petrol konusunda zengin olan, fakat bölge içinde yıllardır siyasi istikrar sağlayamamış Ortadoğu’da adeta bir çatışma ortamı yaratan su, diğer ülkelere nazaran İsrail’in tekelinde dağıtılmaktadır ve bu durum Ortadoğu’daki birçok ülke için hayati sorunlar yaratmaktadır. Suya ve su kaynaklarına ulaşmak için silahların devreye sokulduğu Ortadoğu’nun durumu, insanlığın geleceği için acı verici bir örnektir.

Su kaynakları ile ilgili gelenek ve yasaların insanlık tarihi ile birlikte doğduğu çeşitli kaynaklarda ifade edilmektedir. Uygarlığın doğup geliştiği bölgelerden biri olan Anadolu ve Ortadoğu; M.Ö. 3000 yıllarından itibaren insanlara sağladığı su kaynağı ve su ulaşım yolları ile temel yerleşim ve uygarlık alanlarından birisi olmuştur.

Su özellikle bu bölgede varlığı ile medeniyetin beşiği olurken, yokluğu da bu medeniyetlerin yıkılmasına yol açmıştır. Bilinen en eski uygarlık, ilk kez Fırat ve Dicle kıyılarında (Mezopotamya) kurulmuştur. Arkeologlar bu bölgede 4200 yıl önce, 300 yıl boyunca etkisini gösteren bir kuraklığın, Ortadoğu'nun ilk uygarlıklarından Akad Uygarlığı'nı çökerttiğini belirlemişlerdir.

Dünya, Ortadoğu gibi hızlı büyüyor. Fransız devriminden itibaren bakacak olursak; 1 milyar olan insan nüfusu 1960’larda 2,5 milyar, 2000li yıllarda ise ortalama 6,5 milyar insan nüfusuna ulaşmıştır. 2014 yılı itibariyle 7 milyar seviyesindedir. En hızlı nüfus artış oranı ise Ortadoğu ülkelerinde görülmektedir. Aynı paralelde Türkiye'nin de nüfusu hızla artmaktadır. 

Nüfus artışı konusunda yakın tarihimize bakacak olursak; cumhuriyetin kurulduğu yıllarda 14 milyon olan Türkiye, 1950 yılında 20 milyon, 1970 yılında 40 milyon, 1990 yılında 56 milyon nüfusa sahipken 2014 yılında 77 milyon insan nüfusuna ulaşmıştır. Şimdi aşağıda Ortadoğu'nun en önemli su kaynaklarına ve belli başlı krizlerine değineceğiz.

Zengin su kaynaklarına ve petrol rezervlerine sahip olan Ortadoğu'daki başlıca beş su kaynağından beslenmektedir[1].

Türkiye’den doğup, önce Suriye’ye ardından Irak’a geçen Fırat ve Türkiye’den doğup Irak’a geçerken Fırat Nehri ile birleşerek Şattülarap adını alan Dicle Nehri havzası.

İsrail, Ürdün ve Filistin tarafından kullanılan, Golan Tepeleri’nin batısından başlayarak önce Tiberiya Gölü’ne ve oradan İsrail işgali altındaki toprakları geçerek Ölü Deniz’e dökülen Ürdün (Şeria) Nehri havzası.

Lübnan, Suriye ve Türkiye arasındaki Asi Nehri havzası.

Bir kolu Viktorya Gölü’nden, öteki kolu Burundi Nehri’nden başlayan ve Burundi, Raunda, Tanzanya, Kenya, Etiyopya, Uganda, Kuzey ve Güney Sudan ile Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nden geçen Nil Nehri.

Lübnan topraklarında doğup denize dökülen Litani Nehri.

Bu nehirlerden Fırat ve Dicle Nehri’nin toplam su potansiyeli yaklaşık Nil Nehri’ne eşit ve yıllık ortalaması 87.7 milyar m³’tür. Fırat Nehri, Erzurum Dumlu Dağından doğup, ana kaynaklarını Doğu Anadolu Bölgesi’nden alarak Suriye ve Irak topraklarına geçmekte, Dicle Nehri’yle birleştikten sonra Şattü’l Arab adını almaktadır[2]. 

Nehir, yıllık ortalama akımı olan 31.6 milyar m3 suyun %90’ını Türkiye’den, %10’unu da Suriye topraklarından almaktadır[3]. 

Irak’ınsa bu nehre herhangi bir katkısı yoktur. Dicle Nehri, Doğu Anadolu’da Baba Dağı’nın güney eteklerindeki kaynakların birleşmesiyle meydana gelir. Ambar, Kuru, Pamuk, Hazro, Batman ve Garzan Çayları ile beslenerek Habur’dan Irak’a girer[4]. 

Yıllık kapasitesi 48.67 milyar m3 olan bu nehre Irak’ın katkısı %52, Türkiye’nin katkısı %48’dir ve Suriye’nin herhangi bir katkısı yoktur[5].

Ürdün Nehri’ninse yıllık ortalama su miktarı 1.4 milyar m³ olup, Fırat ve Dicle’nin veya Nil Nehri’nin taşıdığı su miktarının ancak %1.5’ine tekabül etmektedir[6]. 

Yüz ölçümü 18.000 km²’dir. Bu alanın %54’ü Ürdün’de, %30’u Suriye’de, %14’ü İsrail’de ve %2’si Lübnan’da bulunmaktadır. Nehir sularınınsa %27’si Ürdün’den, %32’si İsrail’den, %31’i Suriye’den ve %10’u Lübnan’dan kaynaklanmaktadır. İsrail, Ürdün, Filistin, Suriye ve Lübnan arasında çatışmalara neden olan Ürdün Nehri, 1967 yılında 6 Gün Savaşları’na neden olmuştur[7].

Dünyanın en büyük dördüncü nehri olan Nil Nehri havzası dokuz ülke arasında bölüşülmüştür. Bunlar; Burundi, Raunda, Tanzanya, Uganda, Etiyopya, Kenya, Kuzey ve Güney sudan ile Demokratik Kongo Cumhuriyeti’dir. Nil Nehri’nin sularında hiçbir katkısı olmayan Mısır, yıllık ortalama su miktarı 84 milyar m³ olan Nil Nehri sularının %70’inin kendine ait olduğunu iddia etmektedir. 

Nehrin %80’ini kullanan Etiyopya ve Sudan ile sorun yaşayan Mısır, Nil Nehri üzerinde ön kullanım hakkı[8] olduğunu ileri sürerek kullandığı suyu paylaşmak istememektedir[9].

Mısır ile Sudan arasında Nil Nehri ile ilgili yapılan ilk antlaşma 1929 yılında imzalanmıştır. Bu anlaşma ile yılda 4 milyar m³ su Sudan’a bırakılırken, Mısır’a yıllık 48 milyar m³ su tahsis edilmesine karar verilmiştir.1959 yılında yapılan ikinci anlaşmada Etiyopya’nın bu nehir üzerinden su kullanımına büyük ölçüde kısıtlama getirilmiştir[10].

Litani Nehri, Lübnan’ın Bekaa vilayeti sınırları içinde doğmakta ve Bekaa Vadisi’ndeki tarım alanlarını sulamaktadır. Ortadoğu’nun diğer su kaynaklarından farklı bir statüde olan Litani Nehri, doğduğu ülkenin topraklarından çıkmadan Akdeniz’e dökülmektedir. Nehrin yılda taşıdığı su toplamı 700 m³’tür. Bu su tutarı, İsrail gibi su sıkıntısı çeken ülkeler için ilgisini bu bölgeye çekmektedir[11] 

Uluslararası bir akarsu olmamasına rağmen İsrail bombardımanı ile bu Nehir üzerindeki barajlar zarar görmüştür. İsrail’in, uluslararası bir akarsu haline getirmek istediği Litani Nehri’ni Ürdün Nehri ile birleştirme amacı vardır.[12].

Yakın dönemde ve günümüzde petrol gibi enerji kaynakları ekseninde çatışmaların yaşandığı Ortadoğu böyle giderse bir de su için savaşacak. UNESCO'ya göre Ortadoğu'da su kaynakları için çıkabilecek olası çatışmalar şöyle:

Fırat ve Dicle için Türkiye, Suriye ve Irak arasında çatışma olasılığı görülüyor.

Şeria Nehri için ise Ürdün, İsrail, Lübnan ve Filistin arasında anlaşmazlıklar var ve çatışma olasılığı bulunuyor. Afrika'da ise Nil Nehri'nin Mısır, Etiyopya ve Sudan arasındaki bir su savaşına neden olması hiç de uzak bir ihtimal değil.

Litani gibi Bekaa Vadisi’nden doğan Asi Nehri, Litani’den farklı olarak Lübnan dışında Türkiye ve Suriye’yi de ilgilendirmektedir. 

Toplam uzunluğu 228 km olan Asi Nehri’nin 40 km’si Lübnan’da, 140 km’si Suriye’de, 88 km ise Türkiye’de bulunmaktadır. Su kaynağının %6’sı Lübnan, %92’si Suriye ve %2’si Türkiye’deki sulardan oluşur. Su kaynağının %98’i Lübnan ve Suriye tarafından, kalan %2’lik kısmıysa Türkiye tarafından kullanılmaktadır.

Orta Asya'da ise Aral gölü etrafında Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan ve Kırgızistan arasında bir hesaplaşma olasılığı var. Güney Asya'da Wular Barajı ile ilgili Hindistan-Pakistan gerilimi var. Farraka barajı için Hindistan ile Bangladeş geriliyor. 

Mahakali Irmağı ise Nepal ile Hindistan'ın arasında el bombası gibi duruyor. Güneydoğu Asya'da Mekong Irmağı'nı denetleyecek barajlar yapmaya kalkışan Kamboçya, Çin, Laos, Myanmar, Tayland ve Vietnam'ın karşı karşıya gelme olasılığı var.

Güney Afrika'da Bostwana ve Namibya birçok kez su için çatışmanın eşiğine geldi.
Libya'nın tükettiği fosil sular ise Cezayir'i geriyor. ABD ile Meksika arasındaki Kolorado Irmağı suyunun paylaşımı sorunu da bir dinamit gibi ortada duruyor.

Uruguay, Arjantin, Brezilya ve Paraguay'ı kapsayan La Plata da Güney Amerika'nın da çatışma olasılıkları içinde yer alabileceğini gösteriyor. Tarih boyunca su ile ilgili sebeplerden yaşanmış kimi anlaşmazlıklar, çatışmalar ve bölgesel ayaklanmalar da oldu.

1990 yılında Atatürk Barajı'nın yapımı için bir süre Fırat'ın sularının akışı engellendi. Suriye ve Irak Türkiye'yi protesto etti ve barajın Türkiye için bir savaş silahı olduğunu savundu.

Yine 1990'lı yıllarda Turgut Özal, PKK'ye destek verdiği gerekçesiyle Suriye'yi uyardı ve suyu kısıtlamakla tehdit etti. Sadece 2014 yılı içinde olan olaylar bile endişe verici.

Yukarıda bahsi geçen konular, dünyada yaşanmış ve yaşanacak olan savaş sebeplerinin yalnızca petrol ve yeraltı kaynakları için olmadığını, gelecekte de olmayacağını göstermektedir. Ortadoğu, petrol ve diğer doğal madenler açısından maddi olarak zengin bir bölge olmasının yanında, insanlık tarihinin başladığı yer ve ilk medeniyetlere ev sahipliği yapmış olması bu bölgeye manevi olarak da ayrı bir önem katmaktadır. 

Tek tanrılı dinlerin kutsal mekanlarını içinde barındıran Ortadoğu, tarihi boyunca hakimiyet savaşlarına sebep olmuştur. Dünyanın en önemli su yollarının bu bölgede olduğunu da göz önünde bulundurursak, hakimiyet savaşlarının şekil değişikliği ile devam ettiğini ve edeceğini söyleyebiliriz.

Zamanın egemen güçleri, Lozan anlaşmasıyla birlikte Türkiye sınırlarını belirlerken suyun öneminin yeterince fark edebilselerdi, petrol rezervlerinde olduğu gibi su kaynaklarını da Türkiye sınırlarının dışarısında bırakırlardı. Kısaca dünya su dağılımına bakarak Türkiye'nin bu konudaki önemine, alınması gereken stratejik önlemlere acilen ihtiyaç duyulmaktadır.














KAYNAK
[1] Aydın USTA, Çıkarların Gölgesinde Haçlı Seferleri (Müslüman-Haçlı Siyasî İttifakları)
[2] www.harpak.edu.tr/saren2/files/GSD/guv_str_sayi_3_haziran2006.pdf
[3] OKYAY, Cem; Türkiye ve Ortadoğu’da Güncel Gelişmeler Işığında Su Sorunu, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Gebze Yüksek Teknoloji Enstitüsü, Gebze, 2012, s. 29.
[4] ILGAR, Rüştü, KHALEF, Salem, “Türkiye’nin Sınır Aşan Akarsu Anlaşmalarına Coğrafi Açıdan Bir Bakış”, Marmara Coğrafya Dergisi, sayı 10, İstanbul 2004, s. 62.
[5] http:www.orsam.org.tr/tr/SuKaynaklari/MerakEdilenler.aspx?SoruID=6, (27.10.2012).
[6] ACAR, Eray, “Avrupa Birliği’nin GAP ve Su Sorununa Yaklaşımı Çerçevesinde Fırat ve Dicle Nehirlerinin Yönetimi Üzerine Tartışmalar”, Güvenlik Stratejileri Dergisi,  Sayı 4, 2006, s. 71.
[7] KARADAĞ, Aybike Ayfer, UZUN, Osman, “Havza Yönetimi ve Türkiye’nin Sınır Aşan Su Politikalarına Etkisi”, s. 10.
[8] OKYAY, age, s. 33.
[9] KESİK, Ünsal; Ortadoğu’da Su Sorunu ve Türkiye’nin Sınır Aşan Suları, Abant İzzet Baysal Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Bolu, 2009, s. 86.
[10] Ön kullanım üstünlüğü doktrine göre; bir ülke kendi topraklarından geçen suyu, diğer kıyıdaş ülkeden önce kullanmaya başlamışsa bu kullanıma devam ettiği sürece öncelikli olarak o sudan kullanma hakkına sahiptir ve diğer kıyıdaş ülke bu hak durumunu gözetmelidir.
[11] OKYAY; age, s. 33.
[12] KESİK, age, s. 83.
[13] ULUATAM, Özhan; Damlaya Damlaya Ortadoğu’nun Su Sorunu, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1998, Ankara, s. 96.
[14]KESİK, age, s. 93.
[15] ULUATAM, age, s. 98.


[16] AKMANDOR, M. Neşet, “Su Kaynaklarımız ve Sınır Aşan Akarsuların Yeri ve Önemi”, http://www.parsmakina.com/makaleler.php?sayfa=56, (10.11.2012).

14 Ekim 2014 Salı

IŞİD GERÇEĞİ ÜZERİNE BAZI TESPİTLER

Ortadoğu'nun jeostratejik konumu diğer bölgelere nazaran önemli bir noktadır. Çünkü; burası eski dünyanın kalbidir merkezidir. 

Dikkat edilirse, Bağdat, Moskova’ya, Pekin’e, Singapur’a, Johannesburg’a eşit uzaklıktadır. 

Dolayısıyla bu bölgenin doğrudan militer denetimi, emperyalistlere uzun mesafedeki bölgelere askeri birliklerini kolay ulaştırma, 
kolay müdahale imkânı demek; Ve üçüncüsü de bölgedeki rejimler çok zayıf. 

Yenmesi kolay ülkeler. Mesela Uzak Doğu dikkate alınırsa, orada kötü bir deney yaşadılar. Vietnam’da ABD yenildi...

Yakın zaman da ABD'nin kendi elleriyle var ettiği'' IŞİD'' organizasyonunu sınırlarımıza uzanan ve bölge coğrafyasını kapsayan bir operasyon ve daha büyük planın parçası olduğuna tanık olduğumuz bu gelişmelerle tarihin tekrar ettiğini görüyoruz.

Aslında Irak işgaliyle başlayan ve sonrası Suriye'ye sıra gelen ve ardından IŞİD'le Kobanê'ye uzanan bir çok derin bir bölgesel oyunun ortasında olduğumuzu unutuyoruz!

ABD yönetimi, Suriye hükümet güçleri yenilinceye kadar IŞİD organizasyonuna/örgütüne destek vermeye devam edecek.Bir yandan Kürtlere destek olduğunu,öte yandan bu karışıklık zemininden istifade ederek çözüm noktası olacağının sinyallerini verecek.

Ortadoğu'da olup bitenlerin, belli bir bölümünü ve onun temelini oluşturan kriz hakkında kısa da olsa bilgi vermeyi amaçladım. Çünkü; insanlarımızın yorum ve değerlendirmeleri Kapitalizmin krizini algılamaktan ve analiz etmekten çok uzak. 

Bu perspektifte konuyu iyi anlayabilmek için bazı yazarların düşüncelerini ve haberleri paylaşacağım.


* Suriye yönetimi, Rusya’yı zayıflatma politikasının bir enstrümanı olarak ABD’nin esas hedefi olarak kalmaya elbette devam edecek.Çünkü: ABD’nin IŞİD örgütünü var etmesindeki esas amacı, Ortadoğu başta olmak üzere, Rusya,Çin ve Hindistan bölgesi iç kısmı ve derinliklerine kadar etkili olacak güçlü bir istikrarsızlık dalgasını yaratmak istiyorlar.

* Bunlardan biri olan sayın Haluk Gerger diyor ki: "Türkiye'nin Ortadoğu'ya ilişkin politikasının iki ayağı var. Biri Amerikan stratejisine eklemlenmiş olmaktan kaynaklı.İkinci;kendi özel meselesi,Kürt sorunu.(...) Türkiye iki arada bir derede kalıyor.Çünkü: Amerika'ya eklemlenme IŞİD'le mücadeleyi gerekli kılmıyor.(...) IŞİD,Türkiye adına Kürtlere karşı vekalet savaşı yürüttü,yürütüyor". Haluk Gerger, iki arada bir derede kaldığı içindir ki, savaşanlardan sadece birisinin yani IŞID’in vekalet savaşı verdiğini söylüyor. Peki ya Irak Devleti, Güney Kürdistan’daki Federe Kürt Devleti veya Suriye, Türkiye ve savaşın içindeki örgütler ve partiler? Bunlar, dünya sermayesinin ortaya çıkardığı vekalet savaşının içine çekilmemişler mi? Dünya sermayesi adına geliştirilen bir savaşta, o savaşın içinde yer alan tüm aktörler vekalet savaşı adına savaşmıyorlar mı?

* Teslim Töre,Türkiye’yi Kim Kurtarır?“ başlıklı yazısında "IŞID herhangi bir örgüt değil, emperyalizm ve siyonizm’in güdümlü bir projesi olarak bölgeye salındı. Şimdilik Irak’taki işlevi bitti. Artık imha sürecine girdi. Ancak IŞID imha edilirken, IŞID’in tanıklığı ile Türkiye’nin BM nezdinde suçlu duruma düşürülerek, Lahey Adalet Divanı‘nın önüne çıkartılarak, hırpalanmasının hazırlığı yapılıyor“ demesi ve arkasından aynı yazısında "… emperyalizmin Türkiye’yi bir Irak, Libya, Suriye gibi görüp değerlendirmesi düşünülemez. Kendi sermayesini, sermayesi için yapılandırdığı ekonomi-politiği, işgal ettiği Irak, dağıtmış olduğu Libya, dağıtmaya çalıştığı Suriye gibi bir işleme tabi tutamaz“ cümleleri yine bir arada iki derede kalma örneklerinden birini sunuyor. IŞID, emperyalizm ve siyonizm tarafından bölgeye salınıyor, bir süre sonra işlevi bitiyor (!) ve IŞID‘i imha süreci başlıyor! Ayrıca her ne kadar emperyalizm Türkiye’yi Lahey Adalet Divanı önüne çıkarmak ve hırpalamak istiyorsa da, Türkiye’yi Irak, Libya ve Suriye gibi değerlendiremez, dağıtamaz! Sebep: Çünkü Türkiye’de kendi sermayesi var, sermayesi için yapılandırdığı bir ekonomi-politik var! Yani Irak, Libya ve Suriye’de kendi sermayesi olmadığı için, bu ülkelerin başına bunlar getiriliyor!

* Amerika Birleşik Devletlerinin (ABD) Irak ve Suriye’de yapılan hava harekâtı akıllara durgunluk verici: Yalnızca hava harekâtıyla yapılan bombardıman marifetiyle terörist diye bilinen bir örgüt yok edilemez. ABD ve Körfez İşbirliği Konseyi güçleri, Irak Devleti ve Kürtlere ait kara ordu birlikleriyle birlikte Irak’taki faaliyetlerini iki katına çıkardılar. Oysa var edilen “İslam Devlet” ile savaşmak üzere Suriye’de hiçbir askeri güçleri yok. ABD Genelkurmay Başkanlığı Operasyonlar Komutanı General William Mayville’e  göre “bu havadan bombardıman harekâtı, Irak ve Suriye dışındaki topraklarda “İslam Devleti/Emirliği” kapasitesini etkileme özelliğine sahip bir harekât değil”.

Reuters Haber Ajansı Ocak 2014’te, Başkan Obama’nın ABD Kongresinin yapılan gizli bir oturumu sırasında, aralarında İslam “Emirliği” organizasyonunun da bulunduğu, Suriye’de faaliyet gösteren “isyancı” hareketleri, Eylül 2014’e kadar geçerli olmak üzere, silahlandırmak ve finansmanını sağlamak için onay verdiği haberini kamuoyuna duyurdu. Burada sadece kamuoyuna kapalı basit bir toplantı söz konusu değil, basbayağı gizli bir oturumdan bahsediliyor. ABD’deki bütün basın kuruluşları bu habere getirilen sansüre riayet etmişlerdir.

Suudi Arabistan devlet televizyonu, gayet gururlu bir şekilde, Prens Abdul Rahman El - Faysal’ın aslında “İslam Emirliği” organizasyonu başındaki yönetici olduğunu açıklamıştı.

İsrail istihbarat şefi General Aviv Kochani, Suriye yönetimine karşı savaş veren oluşumların sayısının çoğalması karşısında, aralarında (henüz ayrılmamış olan) İslam Emirliği unsurlarının da bulunduğu, El-Kaide örgütü üyelerinin, NATO güçleri gözetiminde, Türkiye’de bulunan üç kampta, Şanlı Urfa, Osmaniye ve Karaman’da eğitime alındıklarını açıkladı.

Suudi Arabistan yönetimi Mayıs 2014’te, Irak’ın işgal edilmesi amacıyla, satın aldığı Ukrayna üretimi yeni ağır silahları ve Toyota marka yeni arabaları “İslam Emirliği” organizasyonuna teslim etti. Bu silahların ve arabaların nakliyat hizmeti Türkiye gizli servisleri marifetiyle, özel bir trenle gerçekleşti.

* Irak Kürdistan’ı Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesut Barzani Irak topraklarının Irak Kürtleri ve İslam Emirliği organizasyonu tarafından işgal edilmesini koordine etmek üzere 27 Mayıs’ta Amman’a gitti. Amman’da 01 Haziran’da, çok sayıda Sünni partnerlerin de katıldığı ilave yeni bir toplantı yapıldı.Haziran ayının ilk başlarında, “İslam Emirliği” ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi güçleri saldırıya geçtiler. “İslam Emirliği” organizasyonu, üstlendiği misyon gereği, ABD’nin 2003’te Irak’ı işgali sırasında yapamadığı etnik temizlik faaliyetini yerine getirecek şekilde terör tohumlarını ekmeye başladı. ABD Genelkurmay Başkanlığının 2001’de uygulamaya konulmasını istediği “Genişletilmiş Ortadoğu Projesinin” yeniden düzenlenmesi tasarısı böylece gerçekleşmiş oldu.


Buyurun yorum sizin!

3 Ekim 2014 Cuma

CİZRE'DEN DÜNYA SİYASETİNE BAKIŞ


Bu yazımızda,Türkiye'nin  jeopolitik  ve stratejik konumunda olan Cizre'nin, bugün ki durumu ile dünyayı kısaca anlatmaya çalışacağız.

Küreselleşmenin arttığı bir dönemde,yaşadığımız şehirden ülkemize kadar ve hatta bulunduğumuz Ortadoğu'yu dünyadan soyut ele almak ve analiz etmek artık mümkün değildir.Dünya sistemi böyle olunca, ilişkiler ve olaylar bütününü,bu boyuttan ele alarak değerlendirmeli ve sonuçlar çıkarmalıyız.

Önce dünyamızı,ardından dünyamızın parçası olan Ortadoğu'yu ve bunlara bağlı olarak yaşadığımız Cizre'nin sorunlarına yönelik düşüncelerimizi ortaya koyabilmeliyiz.Her ne kadar anlaşılması zor ve karmaşık olayların yaşandığı bir coğrafya'da yaşasakta, maalesef dünyanın diğer yerleri gibi ekonomik ve siyasi olarak, bölgemizde dünya sermayesinin kontrolünde olan bir yerdedir.

Irak'ta oluşan siyasi bir krizin ve Suriye Rojava'sında meydana gelen IŞİD vakasının alarm vermesi, komşu ülkelerde olduğu gibi, her iki ülkeye yakın bir konumda olan Cizre'nin ekonomisini de olumsuz yönde etkileyebilmektedir.

Bu durum gösteriyor ki, küreselleşen dünyada artık hiç kimse bana ne diyemez durumdadır.

Konum itibari ile Cizre'de de bugün, değişen pek bir şey yok. Çünkü: bu olaylar bütününü iyi okur ve analiz edebilirsek, bu olayların neresinde olduğumuz daha da netlik kazanacaktır.

Bizler pek fark etmesekte, içimize kimliklerarası savaşlar tüm hızıyla devreye sokulmuş durumda.

Cizre başta olmak üzere,halklar arasındaki mevcut bağlar zayıflatılarak  yok edilmiş, düşmanlaştırma ve kardeşi kardeşe kırdırtma politikası gecikmeden tezgahlanmıştır. 

Jeopolitik bir konumda olan Cizre'nin, değerleri ve daha yaşanılabilir bir yer olabilmesi için sorunların ortak akıl çerçevesinde çözülmesi yerine, kültürel ve ekonomik ayrımcılık ön plana çıkartılarak, herkesin kendi başının çaresine bakmak zorunda bırakıldığı bir parçalanma durumu ortaya çıkmıştır.

Bizler, yanı başımızda daha düne kadar parçalanırken, televizyonlardan izlediğimiz Irak ve Suriye gibi komşu ülkelerimizin düştüğü durumu yeterince anlayamadık ve empati kuramadık. 

İnsanlar ölürken, evlerinden ve yurtlarından edilirken,haber saati başında yemek ve çayımızı içerek normalmiş gibi karşıladık. 

Bugüne baktığımız da ise artık Irak devleti yoktur,onun yerine Kürt-Şii-Sünni üç bölge ve üç düşman halk vardır. Artık Suriye'de yoktur.

Bu senaryoların, yarın bölgenin tamamlayıcı diğer bir parçası olan bölgemizi tehdit etmeyeceği ne malum! 

Yaşadığımız şehir de bile ufak parçalara ayrılmış ve birliktelik sağlayamamışken, bu tür durumların yarın kapıya bir tehdit olarak dayanmayacağının garantisi var mıdır?

Ortadoğu'da,insanları ve toplumları insani olmayan kimliklere kitleyerek karşı karşıya getiren, var olan insaniyet duygularını yok etmeye başlayan, bir gidişat yayılıyor ve dalga dalga büyüyor. 

İnsanlar canavarlaştırılıyor ve şiddet hızla yol alıyor. Maalesef ki, halkları birbirine düşmanlaştıran bir ortam ve strateji yaratılıyor. 

Bu olaylar bütününün Kapitalizm olduğunu, nasıl ve ne şekilde içimize kadar girdiğini ve içselleştiğini sadece yaşanan olaylara tanıklık ederek görüyoruz.

Ortadoğu'da hal böyleyken peki Cizre'de durum nedir? Bizler dünyanın ve bölgemizin bu gidişatını iyi okuyup, kendimize düşen dersi çıkarabiliyor muyuz?

Var mıdır bu farkındalığı ortaya koyacak ciddi bir ortak planımız?  Var mıdır bilinçlenen, insanileşen ve bütünleşen bir toplum gidişatımız? 

Hayır...! Tam tersine insanlar, toplumlar halinde barbarlaşıyor, barbarlaştırılıyor. 

Ve sonrası,sonrası malum...!

Yanı başımızda devletler iç karışıklıkla çözülürken, yaşanan gelişmeleri bizler televizyon karşısında takip ederek, asıl bilinmemesi gereken gelişmelerle meşgul ediliyoruz. 

Bu anlamda değişen denge ve politikalarla, yeni oluşacak kriz ortamlarına seyirci kalarak,sıranın bize gelmesini sessizce bekliyoruz.


Bu sistemsizlikte kimse iyi şeylerden bahsetmesin, demokrasi beklemesin.

Peki yokmu çaresi bu gidişatın? 

Var tabiki! İnsani kimliğin toplumlarda öne çıkarılmasını sağlayabilmek. 

Tüm dünyanın sorunu olan Kapitalist sisteme karşı kolektif bir hareket haline dönüşebilmek. 

Mücadele düşüncesinin, aydın sınıfının devreye girmesini sağlayarak, gerekli teorik üretimlerin yapılabilmesini sağlamak ve toplumun nitelikli bireyleri tarafından bu düşünsel üretimlerin pratiğe dönüştürülerek sahiplenilmesini sağlamaktır. 

UYANIN!

Great Reset'çilerin Yeni Dünya Düzeninde Türkiye için planı, ABD gibi bir göçmen ülkesi, Çin gibi ucuz işgücü cenneti olması var.  Bu ko...