Ortadoğu, tarih boyunca birçok insanlığın ve medeniyetin
ortak noktası olmuştur. İslam öncesi ve İslam sonrası bir türlü istikrarın var
olamadığı bu coğrafya;Bugün yine 500 yıllık tarihi ile Kapitalist sistemin
egemen odaklarının ve ortaklarının yarattığı bir bataklık haline dönüşmüştür.
Bu ortak noktada en çok ezilen halkların başında, yine
Kürtlerin gelmesi tesadüfi bir olay değildir. Dün Irak'taki Halepçe'yi ve
1992'li yılların Türkiye'sinde yaşanan trajedik olayların izleri
hatıralarımızda her an canlanmaktadır. İşte dünden bugüne süre gelen bu
olayların birçoğu, Kürtlerin varlığının dünyaya haykırışı niteliğinde olmuştur.
Türkiye sınırının yanı başında, insanlık dramının yeni
bir boyut kazandığına hepimiz tanık olduk. Kobanê'yi teslim almaya çalışan IŞİD
savaşçılarına karşı kayıtsız kalmak yerine, kısa bir sürede Türkiye'deki
Kürtler'den de destek alarak bir direniş mücadelesi verilmeye
başlandı.Yaşanan katliamlara tüm dünya ülkeleri yine seyirci kaldı.
Özellikle,Türkiye Kürtleri ile barış sürecinin yaşandığı
bu hassas dönemde, Türkiye, olup bitenleri sınır hattında seyretmekle yetinirken,
yapılan söylemler Türkiye Kürtleri'ni oldukça öfkelendirdi. Geri dönülemez bir
kırılmanın yaşanması an meselesi.
Bu kırılma sadece Türkiye Kürtleri açısından
değil,uluslararası konjektörlerin ve bölgedeki çatışmaların altında yatan asıl
hesapların durumunu anlamak açısından da önem arz ediyor.
Kobanê direnişi üzerine verilen
mücadelenin ve bölgede yapılan gizli hesapların analizi üzerinde durmaya
çalışacağız.
Suriye'ye karşı yürütülen savaşın
organizasyonunda yer alan tarafların bir kriz sürecinde olduğuna tanıklık
ediyoruz.
Temmuz 2012’de düzenlenen, “yüz kadar
devlet ve uluslararası kuruluşun yer aldığı” Suriye dostları koalisyonu,
bu gün itibariyle, sadece 11 ülkeden/kuruluştan oluşuyor. IŞİD örgütüne karşı
olan koalisyon resmi olarak “60’tan fazla devletten meydana geliyordu”.
Ancak,
koalisyonu oluşturan tarafların, yapacakları görevler listesi gizli kalırken,
ortak noktaları az olduğu görülüyor.
Çünkü: haziran 2014'te, Ortadoğu
coğrafyasının ABD ve Rusya arasında yeni paylaşımı organize eden ve barış
ortamına dönüldüğünü bildirmesi gereken Cenevre 1 konferansının yapıldığı
zaman, François Hollande’ı Devlet Başkanı seçen Fransa, konferansının
nihai bildirisine kısıtlayıcı bir yorum konulmasını sağlamıştır. Fransa
yönetimi daha sonra, ABD Dış İşleri Bakanı Hillary Clinton ve CIA Directörü
David Petraeus’un desteğiyle, İsrail ve Türkiye hükümetlerinin Suriye’ye savaş
açma düşüncesine dayanarak, savaşın başlamasını organize etmişlerdi.
ABD yönetimi, Ocak 2014’te yapılan
kapalı bir oturum sırasında, Irak ve Suriye devletlerinde bölünme olacak
şekilde, Irak’ta Sünni Arapların yaşadıkları bölgeleri ve Suriye’de Kürtlerin
yaşadıkları bölgeleri işgal etme görevinin de verilmesiyle birlikte, IŞİD
örgütüne silah ve finansman yardımı yapılması kararını kongreden geçirmişti.
Türkiye ve Fransa hükümetleri, IŞİD
organizasyonu saldırı yapması için El-Kaide (El Nusra cephesi) örgütünü
silahlandırdılar ve Koalisyonun ilk başlarda aldığı karara geri dönmemesi için
ABD yönetimine itiraz ettiler. Ayman El-Zawahiri’nin sükûnette davet çağrısı
üzerine, El-Kaide ve Daesh örgütleri arasında Mayıs ayında anlaşmazlık
yaşanmadıysa, bu durum, Fransa ve Türkiye’nin o dönemdeki müttefik güçlerinin
bombardıman saldırılarına katılmadıklarından dolayıdır.
ABD Yönetimi'nin Ortadoğu'daki en büyük
amacı: bölgedeki hidrokarbür yataklarını kontrol etmek istemesidir. Bu planın
en başında siyasetçi ve iş adamı, George W. Bush dönemi Başkan Yardımcısı, (20
Ocak 2001 - 20 Ocak 2009) Dick Cheney’in bulunduğu Ulusal Enerji Politikasını
Geliştirme Topluluğu (National Energy Policy Development Group) ilgili
bölgelerde uydulardan alınan görüntüleri ve sondaj verileri incelemeye alarak,
dünya hidrokarbür rezervleri yerlerini belirledi ve Suriye’de bulunan büyük
doğalgaz yataklarını keşfetti.
2001’de yapılan askeri darbe sırasında
Washington yönetimi, zengin doğal kaynak yataklarına el koyabilmek amacıyla,
sekiz ülkeye saldırı düzenleme kararını aldı (Afganistan, Irak, Libya, Lübnan,
Suriye, Sudan, Somali ve İran). ABD Dış İşleri Bakanlığı “Arap baharı”
olaylarını organize etmek üzere Ortadoğu ve Kuzey Afrika (The Midlle and North
Africa) dairesini kurarken, Genelkurmay Başkanlığı da (Suudi Arabistan ve
Türkiye’nin bölünmesini içeren) “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi”nin yeniden
düzenleme konusunu gündemine aldı.
ABD ve Rusya yönetimleri, İngiltere ve
Fransa’nın daha önceki yerini alma ve 1916’da yapılan Sykes-Picot anlaşması
gereği Londra ve Paris’in Ortadoğu coğrafyasını paylaştıkları gibi, bölgenin
paylaşım görüşmelerine başladılar.
Fransa yönetimi, Haziran 2012’de, büyük
bir tantana ile koalisyonun en önemli toplantısını Paris’te organize ederek
Suriye’ye savaşını başlatmış oldu. Devlet Başkanı François Hollande konuşma
metni, muhtemelen İsrailliler tarafından İngilizce olarak kaleme alındı ve
sonra Fransızcaya çevirisi yapıldı.
ABD Dış İşleri Bakanı Hillary Clinton
ve Büyükelçi Robert S.Ford (John Negroponte tarafında yetiştirilen) tarihin en
büyük üstü örtülü savaşına giriştiler.
Daha önce Nikaragua’da olduğu gibi,
özel olarak teşkil edilmiş ordular, bölgeye sevk edilen paralı askerleri
seferber ettiler. Ancak bu defa, paralı asker kadroları cihatçı sürüsünü
eğitmek üzere ideolojik bir çevreye alındılar.
ABD Savunma Bakanlığı Pentagon, Dış
İşleri Bakanlığı ve CIA’da olup bitenler üzerine dönünce, Suriye’de yapılan
operasyonların gözetimini ihmal etmiş oldu. Yürütülen savaşın maliyeti
şaşırtıcı derece yüksek oldu.
Ancak, ABD, Fransa ve Türkiye devlet
hazineleri dikkate alındığında, bu maliyetin anılan devletler için pek de
önemli olmadığı anlaşılıyor. Çünkü finansmanı Suudi Arabistan ve Katar Emirliği
tarafından sağlanmıştı.
Fransa ve Türkiye yönetimleri, 2013
yılı yaz aylarında sözde Esad rejiminin kimyasal silah kullandığı konusunu
gündeme getirerek, ABD güçlerinin Suriye’ye geniş kapsamlı bir bombardıman
faaliyetine girişmeye sevk etmelerinden sonra, Beyaz Saray ve Pentagon kontrolü
yeniden ele almaya karar verdiler.
ABD yönetimi, 2014 Ocak ayında kapalı
bir oturumla Kongreyi topladı. Irak devletinin üçe bölünmesini, Kürt bölgesini
Suriye’den ayrılmasını içeren bir plan kararını aldı.
Bu kararın gereği
yapılabilmesi için, ABD Ordusunun, Uluslararası Hukuk kurallarına göre
yapamayacağı işi gerçekleştirebilecek kapasiteye sahip bir cihatçı grubu
finanse ederek, silahlandırma kararını aldı: yani, etnik temizlik yapmak
için çalışmalara başlandı.
Koalisyon güçlerinin şimdilerdeki bombardıman
faaliyetinin, ilk başlardaki izlenen, Suriye Arap Cumhuriyetinin yıkılması
politikasıyla herhangi bir ilişkisi bulunmuyor.
Koalisyonun “terörle mücadele” ilanıyla da herhangi bir
bağı yok. Bombardıman kampanyası, gerektiğinde bölgede yeni devletlerin
kurulmasını da içerecek şekilde (ama gerekli olmadığı anlaşılıyor), ABD
çıkarlarını savunmak üzere düzenleniyor.
Pentagon, Suudi Arabistan ve Katar Emirliğine ait bazı
uçaklarla, sembolik olarak yardım ediyor. Ama Fransa ve Türkiye uçakları
katılmıyor.
Havadan 4000’den fazla sorti gerçekleştirdiği iddia
ediliyor, oysa sadece 300 kadar cihatçı savaşçının öldüğü tahmin ediliyor.
Resmi söylemi dikkate alacak olursak, 13’ten fazla
saldırı oldu ve bir cihatçının öldürülmesi için kaç adet bomba ve füzenin
kullanıldığı kimse bilmiyor. Tarihin en maliyetli ve en gereksiz hava saldırı
kampanyası düzenlendi.
Akıl yürütme yoluyla konuyu düşünecek olursak, IŞİD
örgütünün Irak’a saldırması petrol fiyatları üzerinde bir manipülasyon olduğunu
görürüz; petrol varil fiyatı 115 dolardan, 83 dolara düştü.
Bu oran, % 25 düşüşe karşılık geliyor. Meşru
yollardan Irak Başbakanı olarak seçilen Nuri El-Maliki, ülkesinde çıkan
petrolün yarısını Çin’e satıyordu.Damgalandı ve iktidardan indirildi.
Daesh/IŞİD organizasyonu ve Irak Kürdistan’ı Bölgesel Yönetimi de petrol
satışlarında azalma oldu ve ihracat kalemleri % 70’e indi. Çin menşeli petrol
şirketlerinin kullandıkları tesisler tamamıyla yıkıldı. Irak ve Suriye petrol
ürünleri fiilen Çinli alıcılardan uzak tutularak, ABD’nin kontrol ettiği
uluslararası pazara yeniden entegre edildi.
Bu yeni süreç gösteriyor ki; Suriye’de barış ortamı yeniden
tesis edilecek ve uzun zaman gerektiren yeniden imar sürecine odaklanılacak.
Suriye yönetimi, ülkesini yeniden imar
edilmesi amacıyla Çin inşaat firmalarına yönelebilir.
Ancak, Pekin yönetimini hidrokarbür
ürünlerinden uzak tutmayı tercih edecek.
Petrol sanayisini yeniden inşa etmek ve
doğalgaz yataklarını işletebilmek amacıyla Rusya firmalarına yönelebilir.
Suriye’yi transit geçecek boru hatları konusu Rusya ve İran’dan alacağı desteğe
bağlı olacak.
Fransa ve Türkiye yönetimlerinin bölgeye ilişkin yeniden kolonizasyon hayalleri
gerçekleşmeyecek bir sürece girmiştir.
Fransa hükümeti, Çin’e yaklaşmaya
çalışan bütün devletler üzerinde hüküm sürmeye girişebilir. İvoire Sahili,
Mali, Orta Afrika Cumhuriyeti ve Batı düzenini o bölgelerde yeniden inşa
edebilir.
Bu süreçte Türkiye’ye gelince, bu
atmosferde sesini yükseltmemesi gerekiyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, işin doğasına
ters gelen bir durum, Müslüman Kardeşler ile Kemalistler arasında bir ittifak
kurmasını başarsa bile, yeni Osmanlıcılık hayalinden vazgeçmesi gerekebilir.
NATO üyeliği sıfatıyla Türkiye,
Yunanistan’da Gergios Papandreou ve Türkiye’de Bülent Ecevit hükümetleri
döneminde olduğu gibi, ABD yanlısı bir askeri darbe kurbanı olmaya yatkın bir
geçmişe sahip olduğunu unutmaması gerekiyor.
Yine 7-8 Ekim'de Kobane'ye destek
amaçlı yaşanan iç karışıklıklar buna bir mesaj olarak kabul edilmelidir. İç
karışıklığa zemin hazırladığı bu süreçte Kürtlerle başlattığı barış sürecinde
somut adımlar atmalıdır.
Suudi Arabistan Hanedanlığı ve Katar
Emirliği, Suriye Arap Cumhuriyetinin devrilmesi uğruna boşuna
harcadıkları milyar dolarları hiç bir zaman Türkiye için tahsis etmeye
yanaşmayacaklar.
Türkiye’de olası toplumsal bir alt üst olma durumundan
sonra, belki yeniden inşaat faaliyetlerinin bir kısmına katılabilirler.
Suudi Hanedanlığı ABD’nin ekonomik çıkarları gereğini
yerine getirmeye devam edecek.
Ancak, bölgede büyük çaplı savaşların önlenmesi yönünde
çaba gösterilmesinden imtina edecek.
Suudi Arabistan Krallığı, Washington yönetiminin her
zaman, Hanedan ailesinin kendi mülkü olarak gördüğü Arabistan’ı bölme kararını
alabileceğinin farkında olması gerekiyor.
İsrail yönetimi,
kısa vadeye yönelik, el altında Irak’ın gerçekten üçe bölünmesini teşvik
edebilir. Güney Sudan’da daha önce gerçekleştirdiği gibi, Irak Kürdistan’ını
kurdurabilir.
Kuzey Suriye ile birleştirebilmesi düşük bir ihtimal
görünüyor.
İsrail yönetiminin, Birleşmiş Milletlerin Geçici Gücünü
Güney Lübnan’dan alabilmesi ve Suriye sınırında olduğu gibi, Birleşmiş
Milletler Salınımı Gözetleme Gücü (FNUOD) yerine El-Kaideyi ikame etmesi pek
olası görünmüyor.
Ancak, 66 yıllık devlet tarihiyle İsrail, büyük
girişimde bulunup, ama az kazanım elde etmeye alışık. Suriye ile yürütülen
savaşta ve Koalisyonu oluşturan taraflar arasında aslında kazanan tek aktör.
Komşusu Suriye’yi uzun yıllara yönelik yalnızca
zayıflatmadı, aynı zamanda, Suriye’nin kimyasal cephanelik oluşturmasını
engellemiş oldu. Öyle ki, bugün artık dünyada, ileri düzeyde atom silahları
cephaneliğine, kimyasal ve biyolojik silahlar cephaneliğine sahip tek ülke
İsrail oluyor.
Irak Devleti bugün artık
fiilen üç ayrı devlete bölündü: İslam Halifeliği uluslararası camia
tarafında tanınmayacak.
İlk bakışta, Kürdistan’ın Irak’tan ayrılmasına engel olabilecek
kimse görünmüyor.
Aksi takdirde, Kerkük petrol sahaları da dâhil olmak üzere,
idari tanımlamasına göre % 40 oranında topraklarında genişleme sağlamasını
nasıl açıklayabiliriz.
Halifelik yerine bir süre sonra tedricen, muhtemelen
IŞİD örgütünden “ayrılan” kişilerin yöneteceği, ancak yönetilen halka daha az
eziyet edileceği Sünni bir devlet ortaya çıkacak.
El-Kaide eski savaşçılarının,
en ufak bir itiraz olmaksızın, iktidara getirildiği Libya sürecinde
olduğu gibi.
Lübnan IŞİD örgütü tehdidi
altında varlığına devam edebilir. Ancak, bu organizasyonun terörist
faaliyetlerden başka bir rolü olmayacak.
Cihatçı örgütler, anarşi batağına
sürüklenmiş bir devletin siyasi faaliyetlerini dondurma aracı olarak işlev
görecekler.
Rusya ve Çin yönetimleri, yerel halklara
merhamet etmeleri için değil, ancak, IŞİD enstrümanı gelecekte kendilerine karşı
kullanılacağından dolayı, Irak, Suriye ve Lübnan’da IŞİD organizasyonuna karşı
hemen mücadele girişimde bulunmaları gerekiyor.
IŞİD örgütüne, finansmanını sağlayan Suudi Prensi Abdul
Rahman ve operasyonları yöneten Halife İbrahim komutanlık ediyorlar.
Esas yönetici kadrolarının hepsi de askeri istihbarat
servisleri üyesi olup, Gürcistan vatandaşı ve bazen de Türkçe konuşan, Çin
vatandaşlığı olan kişilerdir.
Gürcistan Savunma Bakanlığı, bu konudaki fikrini
değiştirmeden önce, cihatçılara eğitim verildiği kamplara ev sahipliği
yapıldığını kabul etmişti.
Moskova ve Pekin yönetimleri, mücadele etme konusunda
kaygı taşıyorlarsa, Kafkasya’da, Fergana vadisinde (Özbekistan) ve Xinjiang’da
(Sincan Uygur Özerk Bölgesi)IŞİD organizasyonuna karşı mücadele vermeleri
gerekiyor.
Yorumlar
Yorum Gönder