27 Eylül 2025 Cumartesi

GENÇLERİMİZİ KİM KURTARACAK: UYUŞTURUCU MU, TOPLUM MU?

Servet Ünal • Toplum Dönüşüm Mimarı | Siyasi Danışman | Stratejisit



Sokaklarda sessizce yayılan bir tehlike var. Her gün kaybolan gençler, hayallerinden uzaklaşıyor, geleceği karanlığa teslim ediyor. Bu sadece bir sağlık sorunu değil, bir neslin ve bir toplumun geleceğine karşı işlenen bir suç. Gençler neden bu karanlığa sürükleniyor? Ve biz bu sessiz tehdide karşı ne kadar sorumluyuz?


Bugün toplumun yitirilen değerleri, kaybolan vicdanları, paranın her şeyin önüne geçtiği bir dünyayı işaret ediyor. İyilik, dürüstlük, ahlak, empati ve manevi değerler geri plana itilmiş; sadece kazanç ve çıkar ön plana çıkmış durumda. İşte bu kaybolan değerler, gençlerin karanlığa sürüklenmesinin görünmez zeminini oluşturuyor.



GENÇLER NEDEN KARANLIĞA SÜRÜKLENİYOR?


Gençler… Hayatın en umut dolu zamanı… Peki neden birçoğu karanlığa kapılıyor? Neden hayaller yerine uyuşturucuya sarılıyor? İşsizlik, yoksulluk, gelecek kaygısı gençleri sessizce kuşatıyor. Eğitimini tamamlamış bir gencin gözlerindeki boşluk, çoğu zaman bir çaresizlik çığlığıdır.


Ama mesele sadece ekonomi değil. Kimlik ve aidiyet hissinin eksikliği, gençleri kırılgan hâle getiriyor. Kürt gençleri, yıllardır süren toplumsal travmaların gölgesinde büyüyor; dışlanmışlık ve umutsuzluk, onları karanlığa itiyor. Uyuşturucu, geçici bir unutma aracı olarak devreye giriyor ve boşluğu dolduruyor.


Çevre de rol oynuyor. Süren çatışmalar, operasyonlar ve yasaklar; gençlerin üzerinde kolektif bir yorgunluk yaratıyor. Bu yorgunluk, bireysel umutsuzluğa dönüşüyor. Ve her şeyden önemlisi, karanlık bu bölgelerde kolay ulaşılabilir. Maddeye uzanan yollar, sokak köşelerinde, sınır hattında ve sessiz arka sokaklarda bekliyor.


Gençler neden kayboluyor? Sadece seçimleri yüzünden mi, yoksa onları bu karanlığa iten bir sistem, toplum ve kaybolan değerler mi var? Hiçbirimiz bu karanlığa karşı sorumlu değil miyiz?



BİR NESLİ YUTAN SESSİZ TEHDİT


Uyuşturucu bağımlılığı, sadece bireyin sağlığını çökertmiyor; aileleri, arkadaşlıkları, toplumsal güveni ve kültürel sürekliliği de tehdit ediyor. Cizre’de yapılan saha gözlemleri, uyuşturucunun aile içi şiddeti, hırsızlığı ve toplumsal güvensizliği artırdığını ortaya koyuyor. Her kayıp genç, sadece bir birey değil; bir toplumun geleceğinden kopan bir parçadır.


Ve unutmayalım: paranın, kazancın ve çıkarın ön plana çıktığı, iyilik ve dürüstlüğün geri plana itildiği bir toplumda, gençler en savunmasız hâle geliyor. Manevi değerlerin hiçe sayıldığı yerde, karanlık daha kolay nüfuz ediyor.



DEVLET, AİLE VE TOPLUM NE YAPABİLİR?


Uyuşturucu ile mücadele tek başına mümkün değil. Bu savaşta herkesin rolü var:

Devlet: Sadece güvenlik perspektifiyle değil, sosyal politika ekseninde yaklaşmalı. Gençlere istihdam, mesleki eğitim ve gelecek sağlayacak programlar hayata geçirilmeli. Rehabilitasyon merkezleri artırılmalı; uyuşturucuyla mücadele sadece cezayla sınırlandırılmamalı.

Aile: Gençlerle iletişim kanalları açık tutulmalı, onları dinlemeli ve dışlamamalı. Bağımlılık yaşayan evlatları gizlemek yerine, destek almak için sosyal hizmetlere başvurmalı.

Toplum: Sivil toplum kuruluşları, kanaat önderleri, öğretmenler ve imamlar; gençleri kültürel, sportif ve sanatsal faaliyetlerle topluma kazandırmalı. İyilik, dürüstlük ve ahlak değerleri gençlerin hayatına yeniden kazandırılmalı.



ÇIKIŞ YOLU: UMUT, DEĞERLER VE MÜCADELE


Uyuşturucunun en güçlü panzehiri umut ve kaybolmamış değerlerdir. Umudunu kaybeden genç maddeye sığınır; umudu ve değerleri olan genç ise topluma tutunur. Bunun için iş, eğitim ve özgürlük alanları yaratılmalı. Cizre’de gençler, futbol sahalarında, müzik atölyelerinde ve teknoloji merkezlerinde hayallerini kurabilmeli.


Uyuşturucu, sadece bir sağlık sorunu değil; bir neslin kaybolduğu toplumsal bir kırılma noktasıdır. Manevi değerlerin hiçe sayıldığı toplumlarda, karanlık gençlerin üzerinde daha ağırdır. Eğer bu meseleye bütüncül bir yaklaşımla el atılmazsa, kaybolan her genç sadece bir bireyin değil, bir toplumun da geleceğinden kopan parçalar olacak.


Bugün karşımızda sessiz ama ölümcül bir düşman var. Sessiz kalırsak, uyuşturucu kazanacak. Ama bir anne evladına sarıldığında, bir öğretmen yol gösterdiğinde, bir devlet gençlerine iş ve gelecek sunduğunda, toplum el ele verdiğinde… hiçbir uyuşturucu gençliğimizden güçlü olamaz.


Uyuşturucu güçlü olabilir, ama biz daha güçlüyüz. Çünkü biz, geleceğe sahip çıkmaya yeminli ve değerleri ayakta tutan bir toplumuz.


Şimdi sorumluluk hepimizin omzunda. Ya bir neslin gözlerimizin önünde kayıp gitmesine seyirci kalacağız, ya da el ele verip onları karanlıktan çekip çıkaracağız.


Ve biz haykırıyoruz:

Uyuşturucu güçlü değil, toplum ve değerleri daha güçlü!


Saygılarımla


#servetünal #uyuşturucuilemücadele #cizregençliği #gününyazısı #gününyorumu


17 Eylül 2025 Çarşamba

MEMLEKET SAHİPSİZ Mİ?


Servet Ünal • Toplum Dönüşüm Mimarı | Siyasi Danışman | Stratejisit


Memleketin sokaklarında dolaşırken, kahvelerinde otururken, ekranlara bakarken aynı hisle karşılaşıyoruz: Bir sahipsizlik duygusu. İnsanların dudaklarından dökülen ortak cümle şu: “Bu memleket sahipsiz!”


Ve evet, öyledir.

Çünkü sahip çıkması gerekenler ilgisiz.

Çünkü sözde yöneticiler koltuk derdinde.

Çünkü bireyler ya suskun ya da kendi küçük çıkarlarının peşinde.


Memleket bugün yağmalanmış bir miras gibi ortada duruyor.


Herkes payına düşeni kapma yarışında, ama kimse onu onarma, büyütme, geleceğe taşıma derdinde değil. Bu toplumda sizin çocuklarınız yaşayacak. Her duyarsız ve anlamsız tavrınız onlara birer yük olacak.


YÖNETİMİN İFLASI


Yönetim kademelerinde oturanların çoğu aslında yönetici değil, koltuk işgalcisi.


Onların gündeminde halk yok.

Toplum yok.

Gelecek hiç yok.


Tek dertleri: iktidarlarını korumak, zenginliklerini artırmak.


Şeffaflık? Yok.


Hesap verebilirlik? Hiç yok.


Vizyon ya da parlak bir beyin? Onu da ancak yabancı ülkelerin sistemlerinde bulabilirsiniz.


İşte bu yüzden sokaktaki vatandaş  haklı olarak söylüyor:


“MEMLEKET SAHİPSİZ.”


Çünkü yönetenler, memleketin gerçek sahipleri değil. Sadece geçici işgalciler.


BİREYİN SESSİZLİĞİ


Ama gelin dürüst olalım: Suç sadece yöneticilerde değil.


Asıl mesele bireyin kendi sorumluluğunu unutması.

Herkes şikâyet ediyor.

Herkes kızıyor.

Herkes kahvede yüksek sesle konuşuyor…


Ama iş icraata gelince ortada kimse yok.


Psikolojik olarak milyonlar, “Ben tek başıma ne yapabilirim ki?” diyerek geri çekiliyor.

Sosyolojik olarak kadercilik, toplumu atalete sürüklüyor.

Ekonomik olarak insanlar borç içinde, karnını doyurmaktan başka bir şey düşünemez hale geliyor.


Sonuç? Sessiz bir çoğunluk, işgalci bir azınlık.


KÖRLEŞMENİN BEDELİ


Üç büyük körleşme memleketi yiyip bitiriyor:

 • POLİTİK KÖRLEŞME: Boş vaatlere inanmak.

 • KÜLTÜREL KÖRLEŞME: Tüketimi ilerleme, gösterişi medeniyet sanmak.

 • AHLAKİ KÖRLEŞME: Kendi çıkarı uğruna memleketin çürümesine göz yummak.


Kör olanın gözü, sağır olanın kulağı, dilsiz olanın dili olmaz.

Böyle bir toplumun memleketi elbette sahipsiz kalır.


ÇÖZÜM: SAHİP ÇIKMAK


Bu memlekete sahip çıkmak, yöneticilerden lütuf beklemek değildir.


Bireyin uyanmasıdır.

Toplumun silkelenmesidir.

Ortak aklın işletilmesidir.


Eğitimde ezber yerine sorgulama…

Politikada biat yerine katılım…

Ekonomide yandaşlık yerine adalet

Kültürde gösteriş yerine üretim…


Aksi halde memleketin sahipsizliğini konuşmaya devam ederiz.

Ta ki memleket diye bir şey kalmayana kadar.


SON SÖZ


Memleketin sahipsizliği kader değil.


Bu, bizim ilgisizliğimizin, yöneticilerin hırsının ve toplumun suskunluğunun sonucudur.


Eğer biz sahip çıkmazsak, bu toprakların tek sahipleri çıkar grupları, rantçılar ve işgalciler olacaktır.


O zaman soralım bir kez daha:


MEMLEKET SAHİPSİZ Mİ?


Hayır.

Ama sahipleri ya uyuyor, ya korkuyor, ya da kendi menfaatine gömülmüş durumda.


Ve işte asıl felaket tam da burada başlıyor.


Saygılarımla


#servetünal #gününyazısı #memleketsahipsiz 

10 Eylül 2025 Çarşamba

YENİ DÜNYA DÜZENİ: İNSANLIĞI NEREYE GÖTÜRÜYOR?

Servet Ünal • Toplum Dönüşüm Mimarı | Uluslararası İlişkiler Uzmanı | Stratejisit


Tarihin en kritik dönemlerinden birindeyiz. Bugün sizler için biraz uzun ama son derece önemli ve stratejik konuları ele alan bir yazı hazırladım. Bu yazıda, yalnızca gündelik olayları değil, insanlığın geleceğini şekillendiren derin ve görünmeyen güçleri, küresel stratejileri ve toplumları yönlendirme yöntemlerini anlatacağım. 


Dünyanın dört bir yanında aynı anda yaşanan krizler pandemiler, iklim felaketleri, savaşlar, ekonomik dalgalanmalar tesadüf gibi görünse de aslında birbirini besleyen zincir halkalarıdır. Bugün karşımıza çıkan tablo, sıradan bir “küreselleşme” değil; insanlığın geleceğini baştan sona şekillendirecek yeni bir düzenin inşasıdır.


Adına “Yeni Dünya Düzeni” denilen bu süreç, görünürde bilim, çevre ve güvenlik adına yürütülüyor. Fakat perde arkasında; küresel sermaye grupları, çok uluslu şirketler, ilaç devleri ve belli aileler insanlığın yönünü kendi çıkarlarına göre belirliyor.


Sorulması gereken temel soru şu:

İnsanlık kendi geleceğini mi yazıyor, yoksa bir senaryonun figüranına mı dönüştürülüyor?


DİJİTALLEŞME VE ÇİN ÖRNEĞİ: GELECEĞİN LABORATUVARI


Çin, Yeni Dünya Düzeni’nin sahadaki en net vitrini olarak öne çıkıyor:

 • Sosyal kredi sistemi ile vatandaşların davranışları puanlanıyor; düşük puanlı olanlar seyahat edemiyor, iş bulamıyor.

 • Yüz tanıma teknolojileri ile mahremiyet tamamen ortadan kaldırılıyor.

 • Dijital para (e-CNY) sayesinde tüm finansal hareketler merkezi gözetim altında tutuluyor.


Bu model, gelecekte dünya genelinde uygulanabilecek gözetim sistemlerinin ön gösterimi gibi.


KARBON AYAK İZİ VE KÜRESEL KISITLAMALAR


İklim krizine karşı geliştirilen politikalar, yalnızca doğayı korumakla sınırlı değil; insanların yaşam biçimini de yeniden şekillendiriyor:

 • Uçuş sayılarının azaltılması,

 • Et tüketiminin kısıtlanması,

 • Enerji ve suya kota getirilmesi,

 • Karbon ayak izi takibi ile bireylerin tüketimlerinin puanlanması.


Orman yangınları, seller, aşırı sıcaklar bu kısıtlamaların gerekçesi yapılıyor. Ancak bazı analistler, bu krizlerin bir kısmının ihmaller veya bilinçli yönlendirmelerle büyütüldüğünü ileri sürüyor.


PANDEMİ, AŞI VE YENİ VİRÜSLER: SAĞLIK ÜZERİNDEN KONTROL


Covid-19 pandemisi, tarihte ilk kez bütün insanlığı aynı anda aynı kurallara bağladı:

 • Aşı pasaportları özgürlüğü kısıtladı.

 • Dijital sağlık kodları, toplumda kimlerin dolaşabileceğini belirledi.

 • Devletler, kararları bağımsız alamaz hale geldi; ilaç şirketleri ve küresel kurumlar belirleyici konuma geçti.


Bugün “yeni varyantlar” ve “gelecek pandemiler” uyarıları, hem gerçek riskleri yansıtıyor hem de kalıcı gözetim mekanizmalarını meşrulaştırıyor.


DÜNYAYI YÖNETEN AİLELER VE İLAÇ ENDÜSTRİSİNİN GERÇEĞİ


Bu tabloyu anlamak için 20. yüzyılın başına bakmak gerekir:

 • John D. Rockefeller, petrol imparatorluğunu ilaç sektörüne çevirdi. Petrol türevlerinden üretilen sentetik ilaçlar, modern tıbbın temelini oluşturdu.

 • Bitkisel ve doğal tedaviler itibarsızlaştırıldı; yalnızca petrol bazlı ilaçlar “bilimsel” kabul edildi.

 • Rockefeller, Amerikan Tıp Birliği ve üniversiteleri fonlayarak müfredatı değiştirdi; doktorlar artık bu sisteme göre yetiştirildi.

 • Medya aracılığıyla halka, “doğal yöntemler sahte, modern ilaçlar tek çözüm” mesajı verildi.


Sonuç: İnsanlık doğal şifadan koparıldı, ilaçlara bağımlı hale getirildi. Sağlık sistemi, ulus-devletlerden çok küresel ilaç tekellerinin kontrolüne geçti. Bugün pandemiler, bu yapının hem ekonomik çıkarını hem de gözetim gücünü büyüten araçlara dönüşmüş durumda.


DNA’Sİ BOZULAN GIDALAR VE GIDA TEKELLERİ


Beslenme alışkanlıkları da Yeni Dünya Düzeni’nin kontrol alanına girdi:

 • GDO’lu ürünler ve laboratuvar eti “sürdürülebilirlik” adıyla teşvik ediliyor.

 • Küçük çiftçiler yok olurken, küresel gıda şirketleri insanlığın sofrasına hükmediyor.

 • Bu gıdaların bağışıklık sistemi üzerindeki etkileri hâlâ tam bilinmiyor; riskler görmezden geliniyor.


Artık gıda yalnızca beslenme aracı değil; biyolojik kontrol mekanizması haline geliyor.


BİLİMİN PERDESİ: KÜRESELCİLERİN İSTEDİKLERİNİ TOPLUMA YUTTURMAK


Yeni Dünya Düzeni’nde bilim, yalnızca bilgi üretmekle kalmıyor; küresel güçlerin politikalarını topluma dayatan bir araç olarak kullanılıyor:

 • Küresel fonlarla desteklenen araştırmalar, “tek doğru” olarak sunuluyor ve farklı görüşler çoğu zaman bastırılıyor veya yok sayılıyor.

 • Pandemi ve iklim krizleri gibi konularda, toplumun kabul etmesi gereken politikalar, bilimsel gerekçelerle meşrulaştırılıyor.

 • Akademi ve medya işbirliği ile “bilimsel otoriteye itaat” toplumsal norm hâline getiriliyor; bireyler alternatif çözümleri sorgulamak yerine küreselcilerin dayattığı gerçekleri kabullenmeye yönlendiriliyor.


Sonuç olarak, bilim adı altında sunulan bilgiler çoğu zaman gerçekten bağımsız değil, küresel çıkarları destekleyen bir araç olarak işlev görüyor.


ALGIYLA YÖNETİLİYORUZ


Modern Yeni Dünya Düzeni’nde insanlar yalnızca bedenen değil, zihinsel ve duygusal olarak da yönlendiriliyor:

 • Medya sürekli kriz, korku ve kaygı yaratıyor; gündemler toplumun dikkatini çekmek ve yönlendirmek için planlanıyor.

 • Sosyal medya algoritmaları, insanların hangi haberlere, fikirlere ve düşüncelere maruz kalacağını belirliyor.

 • Davranış bilimleri ve veri analitiği kullanılarak, toplumun tepkileri önceden ölçülüp yönlendiriliyor; insanlar, özgür seçim yaptığını sanarken aslında önceden tasarlanmış seçenekler arasında hareket ediyor.


Sonuç: Algılarımız sürekli kontrol altında; gerçek kararlarımızı verdiğimizi düşünsek de, çoğu zaman küreselcilerin yönlendirdiği bir senaryonun parçasıyız.


İNSANLIĞI KONTROL ALTINA ALMA VE TANRILIK OYUNU


Yeni Dünya Düzeni’ni yöneten küresel güçler, yalnızca ekonomik ve politik kontrolle yetinmiyor; insanların ruhsal ve manevi özgürlüklerini de hedef alıyor:

 • Toplumların bilinçli olarak manevi yollarının ve Allah’a yönelimlerinin kısıtlanması, bireylerin kendi içsel rehberliğine ulaşmasını zorlaştırıyor.

 • İnsan davranışları, alışkanlıkları ve seçimleri her yönüyle kontrol altına alınarak yönetiliyor; bireyler adeta birer “sürüngen” gibi manipüle ediliyor.

 • Bu yapı, küreselcilerin toplum üzerinde Tanrıcılık oynayarak hem düşünceyi hem de ruhu yönlendirme stratejisinin bir parçası.


Sonuç olarak, Yeni Dünya Düzeni yalnızca fiziksel ve zihinsel kontrolle sınırlı kalmıyor; insanlığın manevi alanına müdahale ederek bireyleri kendi planlarına göre şekillendiriyor.


UMUT: FARKINDA OLANLAR KENDİLERİNİ VE NESİLLERİNİ KURTARABİLİR


Yeni Dünya Düzeni’nin tüm bu mekanizmalarını anlamak ve farkında olmak, insanlara özgürlük yolunda hareket etme imkânı veriyor.

 • Algıların, korkuların ve yönlendirmelerin farkına varan bireyler, kendilerini ve gelecek nesillerini kontrol ve manipülasyondan koruyabilir.

 • Eğitim, bilinçli seçimler ve manevi farkındalık, bu düzenin tuzaklarına düşmemek için kritik bir kalkan oluşturuyor.

 • Farkındalık, sadece kişisel özgürlüğü değil, toplumsal ve nesiller boyu bir direnci de mümkün kılıyor.


Sonuç olarak, insanlık için hâlâ bir çıkış yolu var; ama bu, gerçekleri görmek ve onlara göre hareket etmek ile mümkün.


Saygılarımla 


#servetünal #gününyazısı #yenidünyadüzeni #insanlığınelerbekliyor


7 Eylül 2025 Pazar

SİYASETLE GELECEĞİMİZ ÇALINIYOR MU?


Servet Ünal • Toplum Dönüşüm Mimarı | Siyasi Danışman | Stratejisit


Bir ülke düşünün…

Gençler sokak köşelerinde kayboluyor, kitaplar raflarda unutuluyor; umut yerine uyuşturucu dağıtılıyor.

Babalar, evine ekmek götüremediği için sessizce hayattan çekiliyor.

Kadınlar, çocuklarını doyurabilmek için bedenini satmak zorunda kalıyor; açlık, çaresizlik ve umutsuzluk artık birer hayat gerçeği.


Bir ülke daha düşünün…

İnsanlar her sabah uyanıyor ama yaşadıkları hayatın anlamını kaybetmiş, gelecekleri ellerinden alınmış hissediyor.


Televizyonlar ve sosyal medya, gerçekleri örtüyor; manipülasyon ve yalan haberler, insanların gözlerini ve vicdanlarını köreltiyor.


Ve biz, bütün bu sessiz çığlıkları duymazdan, görmezden gelmekle meşgulüz.


Kimse demiyor: Biz ne olduk, nereye gidiyoruz, halimiz ne olacak?


Acaba biz de bir Orta Doğu ülkesi gibi, Lübnan’a mı dönüşmeye başlıyoruz? Yine de herkes sadece gerçekleri kapalı bir şekilde yaşıyor; bakıyor, görüyor ama sorgulamıyor.


O ülkenin adı bugün Türkiye.


Bugün bu topraklarda insanlar hayata tutunmaya değil, hayatta kalmaya çalışıyor. Siyaset meydanlarında atılan boş sözler, televizyonlardaki kısır tartışmalar dönerken, sokaklarda sessiz ölümler yaşanıyor. Gençler geleceksiz, çaresizlikten kendilerini yurt dışına atmayı ya da en kötüsü, kendi hayatlarına son vermeyi düşünüyor. Uyuşturucu batağına düşen gençler, ülkenin yarını değil, kaybolan bugünü temsil ediyor.


Ve biz, bütün bunları duyar gibi yapıp görmezden geliyoruz.


Bu ülkede intihar haberleri artık sıradan. İşsiz kalan babalar, borç batağına saplanan insanlar, sessizce hayata veda ediyor. Gazeteler birkaç satır yazıyor, sosyal medya birkaç gün konuşuyor, sonra gündem değişiyor. Ama geriye kalan ömür boyu kapanmayacak yaralar ve yetim kalmış çocuklar.


Ekonomi denen dev çark, insanları öğütüyor. Enflasyon sadece fiyatların artması değil; bir annenin pazardan eli boş dönmesi, bir babanın cebinde minibüs parasını bulamaması, bir öğrencinin öğle yemeği yerine su içmek zorunda kalmasıdır. Hayatın temel hakları, en temel ihtiyaçları bile lüks hâline geldi. Orta sınıf eridi, küçük işletmeler kapandı, genç girişimcilik hayalleri tükeniyor.


Sosyolojik olarak toplum güven ve dayanışma duygusunu yitirdi. İnsanlar birbirine şüpheyle bakıyor, dayanışma yerine bireysel çıkar öne çıktı. Kuşaklar arasındaki bağ koptu; gençler geleceğini yurt dışında arıyor, yaşlılar geçmişin güvenli günlerini özlüyor. Orta yaşlılar ise tükenmişlik içinde çocuklarına aktarması gereken umudu kaybetmiş durumda.


Psikolojik olarak kolektif bir depresyon hâkim. Kaygı, öfke ve çaresizlik gündelik hayatın arka planına yerleşti. İnsanlar yaşamın anlamını sorguluyor; “çalışmanın, üretmenin, hayal kurmanın” bir karşılığı olmadığını düşünüyor. İki yüzlülük bireyler arasında normalleşmiş bir davranış hâline geldi: Herkes, düşündüğünden farklı konuşuyor, gösterdiği ile hissettiği arasında derin bir uçurum var.


Siyaset bu tabloyu hem besleyen hem derinleştiren bir unsur oldu. Liderler ve partiler halkın güvenini kazanmak yerine onu manipüle etmeyi tercih etti. Din, milliyetçilik, ideoloji… Hepsi birer araç hâline geldi. Çözüm üretmek yerine kutuplaşma ve korku üzerinden oy toplandı. Seçimler umut vaat ederken, geriye yalnızca yorgunluk ve hayal kırıklığı kaldı.


Ve en kritik nokta: Bizler toplum olarak ne kadar susarak ve kayıtsız kalarak bu tabloya katkıda bulunduk? Umudu siyasetçilere teslim ettik, kendi geleceğimizi başkalarının oyununa bıraktık. Bu yüzden bugün hem gençler hem de yaşlılar umutsuz.


Çözümün bir yönü de göz ardı edilemez: Manevi değerler, inanç ve toplumsal sorumluluk. Kapitalist sistemin çarkının bir parçası hâline gelmeden, televizyonların manipülasyon ve yalan haberlerinin etkisine kapılmadan, kendi vicdanımız ve toplumsal sorumluluklarımızla yüzleşmek gerekiyor. Artık birbirimize yeterince sormuyoruz: “Nasılsın? Yardıma ihtiyacın var mı?” Toplumun çözülüp kokuşmaya başlamasının en temel nedeni bu suskunluk ve yabancılaşmadır.


Unutmayalım: Umudu çalınmış bir ülke sessizce tükenir. Umudu geri getirecek olan siyaset değil; kendi değerlerimize, birbirimize, inancımıza ve vicdanımıza sahip çıkan toplumdur.


Şimdi kendimize soralım: Siyaset gerçekten geleceğimizi çalıyor mu, yoksa biz mi kendi umutlarımızı teslim ediyoruz? Ve bu tabloyu değiştirmek için ne kadar cesaret gösteriyoruz?


Saygılarımla


#servetünal #türkiyeyeneoluyor #gününsözü #gününyazısı


1 Eylül 2025 Pazartesi

HER ŞEYİN ÖLÇÜSÜ PARA MI OLDU?

Servet Ünal • Toplum Dönüşüm Mimarı | Kolektif Bilinç Yazarı | Stratejisit


Düşünsenize, eskiden Türkiye’de insanlar hayatı çok farklı ölçülerle değerlendirirdi. Komşuya yardım etmek, aileyle vakit geçirmek, dostlukları ve küçük mutlulukları korumak hayatın merkezindeydi. İnsanlar birbirine saygı gösterir, maddi kazanımlar ikinci plandaydı. 

Düşünsenize, eskiden Türkiye’de insanlar hayatı çok farklı ölçülerle değerlendirirdi. Komşuya yardım etmek, aileyle vakit geçirmek, dostlukları ve küçük mutlulukları korumak hayatın merkezindeydi. İnsanlar birbirine saygı gösterir, maddi kazanımlar ikinci plandaydı. 

Günümüzde gözle görülür bir gerçek var: İnsanlar artık paranın önünde diz çöküyor. Sosyal hayat, iş dünyası, hatta aile ilişkileri bile bu ölçüte göre şekilleniyor. Neden böyle oldu? Çünkü ekonomik belirsizlik, işsizlik ve gelir adaletsizliği, insanları sürekli bir “kazan-koruma” döngüsüne sürüklüyor. İnsan, artık sadece kendisi için değil, varlığını sürdürmek ve saygınlığını korumak için bile para odaklı davranmak zorunda hissediyor.

Türkiye’de durum daha da çarpıcı. Büyük şehirlerde sosyal statü, çoğu zaman maddi göstergelerle ölçülüyor; parası olanın sözü geçiyor, olmayan ise ikinci plana itiliyor. Reklamlar ve medya, bize “mutlu olmanın yolu bu” mesajını sürekli veriyor; gösterişli yaşamları idealize ediyor. Bu kültür, insanın ruhsal değerlerini gölgede bırakıyor.

Sonuçta insanlar, artık çıkar ilişkilerinde, sosyal çevrede, iş dünyasında ve hatta yakın ilişkilerde kendi sınırlarını aşıyor; değerlerinden ödün veriyor. El ayak öpmek, fırsat ilişkilerine teslim olmak veya sahte saygı göstermek, sıradan bir davranış hâline geldi. Paranın gücü, ahlaki ölçütleri gölgede bırakıyor; ama bu eğilme, uzun vadede hiçbir tatmin veya huzur sağlamıyor. İnsan ruhu, paranın gölgesinde kısa süreli bir rahatlık bulsa da, gerçek değer ve anlam yalnızca paylaşımda, dayanışmada ve içsel huzuru korumakta gizli kalıyor.


KAZANÇ MI, GERÇEK DEĞER Mİ?


İnsanlar artık kendilerini parayla, sahip olduklarıyla ve kariyerleriyle tanımlıyor. “Ne kadar kazanıyorsun?”, “Hangi statüdesin?” soruları hayatın merkezinde. Ama bu sorular, içimizdeki boşluğu dolduruyor mu? 


Dostluk, paylaşmak, başkalarına dokunmak, vicdan ve huzur… Bunlar çoğu zaman geri planda kalıyor. Para ve statü tatmin sağlıyor gibi görünse de ruhun derinliklerinde bir boşluk bırakıyor.


SAHTE MUTLULUK VİTRİNLERİ: SOSYAL MEDYA VE TELEVİZYON


Gün boyunca ekranlara bakıyorsun. Sosyal medya, televizyon, reklamlardaki “mutluluk formülleri”… Her yerde sahte vitrinler var. 


İnsanlar başkalarının hayatlarını izliyor ve kendi hayatlarını kıyaslıyor. İçinde “yetmeme” duygusu büyüyor, huzursuzluk artıyor. Kendin olmanı engelliyor, kendi değerini fark etmeni zorlaştırıyor. 


Modern hayat, bizi sürekli başkalarıyla yarışır hâle getiriyor ve ruhumuzun derinliklerine dokunamıyoruz.


TOPLUMUN GÖZÜNDE DEĞER: PARA VE STATÜ


Para ve kazanç sadece bireysel tatmini değil, toplumsal algıyı da belirliyor. Parası olanın sözü geçiyor, saygınlığı artıyor; az parası olan ise çoğu zaman başarısız veya değersiz olarak damgalanıyor. 


Bu durum, toplum içinde ayrışmayı ve kıyaslamayı daha da derinleştiriyor. İnsanlar sadece komşularıyla değil, dünyanın öbür ucundaki biriyle bile kendilerini kıyaslıyor ve ruhsal boşluk, toplumsal çözülme katlanarak büyüyor.


EĞİTİM VE KARİYER: HANGİ HAYATI SEÇİYORUZ?


Modern eğitim sistemi de bu döngüyü besliyor. Çocuklar hangi mesleği seçeceklerini çoğunlukla maaş tablosuna göre belirliyor. Aileler “Doktor ol, mühendis ol, çok para kazan” diyor ve manevi tatmin çoğu zaman ikinci plana atılıyor. 


Televizyon ve sinema da zenginliği sürekli idealize ediyor; fakir karakterler mutsuz ve başarısız, zengin karakterler ise mutlu ve güçlü gösteriliyor. Bu bilinçaltımıza “mutluluk için zengin olmalısın” mesajını kazıyor. Tüm bunlar, manevi ve kişisel değerlerimizi göz ardı ederek parayı hayatın merkezi hâline getiriyor.


MUTLULUĞU NERDE ARIYORUZ?


Modern insan, mutluluğu hep sahip olduklarında arıyor: büyük bir ev, araba, iş başarısı… Ama zamanla alışıyor ve tekrar tatminsiz hissediyor. Başka bir deyişle, sahip olduklarımız geçici bir tatmin sağlıyor; içimizdeki boşluğu doldurmuyor. 


Eğer vicdan, kanaat, adalet, paylaşma ve erdem gibi değerlerimizi ön plana çıkarmadan sadece parayı ve kazanımı hedef alırsak, bir gün fark edeceğiz ki ceplerimiz dolu ama kalplerimiz boş.


MANEVİ BOŞLUK VE İNANCIN ROLÜ


İşte burada maneviyat devreye giriyor. İnsan ruhu, sadece maddi kazanımlarla doymaz. İnanç, değerler ve içsel bağlar, boşluğu doldurur ve hayata anlam katar. Maneviyatı ve inancı güçlendiren insanlar, sahip olduklarından bağımsız bir huzur ve tatmin bulabilir. Para, kazanç ve statü bir araç olabilir; ama gerçek mutluluk, hayatın anlamını ve değerlerini fark etmekte, başkalarıyla paylaşımlarda ve iç huzuru yakalamakta gizlidir.


Para ve maddi kazanımlar önemli, ama hayatın tek ölçüsü olamazlar. Asıl değer, paylaştığımız, ürettiğimiz ve yaşadığımız anlamda gizli. Başarı ve kazanç, doğru şekilde yönlendirilirse hayatımıza renk katabilir; ama tek amaç hâline geldiğinde tatminsizlik ve boşluk getirir. Gerçek mutluluk ve değer, sahip olduklarımızda değil; kendi değerlerimizi fark etmekte, kendi hayatımızı yaşamakta ve başkalarına dokunabilmekte gizlidir.


Saygılarımla 


#servetünal #gününyazısı #hayatınanlamı