kapitalizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kapitalizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Haziran 2021 Pazar

ÇÜRÜMEYİ FARK ETMEK

 Çürüyoruz! 


Hemde öyle rezil ve vakitsiz bir çürümede değil bu! 


Herkes hissediyor artık! İçimizde ve dışımızda fark edilmeye başlıyor.


Yalnız içinde yaşadığımız toplumun değil, içinde yaşadığımız dünyayı da çürütüyoruz kendimizle beraber.


Denizlerimiz, ormanlarımız, ilişkilerimiz, ruhlarımız…


Tabi bu sessiz çürümeye kulak tıkayan ve yokmuş gibi davrananlarda var!


Sistemin labirent içinde dönüp dolaşıp aynı yere getirdiği çaresizlikteyiz. 


Yoldaki işaretler bize çıkış yolunun nereye çıktığını gösteriyor aslında!


Ama umursamıyoruz!


Kritik düşünmediğiniz sürece, sorgulayıp, araştırmadığınız ve gerçekleri öğrenmediğiniz sürece ve en önemlisi bilinçlenerek hayatınıza korku ve panik pompalayan, sisteme hizmet eden televizyon kanallarının başından kalkıp itiraz etmediğiniz sürece yine tüm kapılar çıkmaza çıkacak ve bizi döndürüp yine o sistem denilen labirentin içine çekmeye devam edecekler.


Türkiye’de 24 saat içerisinde gündem olarak nelerin hızla değiştiğini ve tanık olduğumuz olayların bizde nasıl şaşkınlık yarattığını çok daha iyi anlarsınız.


Siyasetten ekonomiye, hukuktan, adaletsizlik ve yolsuzluğa..


İşsizlikten yoksulluğa, haksızlıktan zulme derken,


Doğanın katledilişi, denizlerimizde meydana gelen deniz salyası (müsilaj)


Depremler, Kanal İstanbul, Çamlıca Kulesi vs.vs….


Covid-19 denilen virüsün varlığına inananlar ve inanmayanlar.


Aşı olanlar, olmayanlar ve zorla aşılanacaksınız dayatmaları…


Bir yönden derinleşen ekonomik kriz ve yoksulluk,


Artan intihar haberleri…!


Gelişen teknolojik yenilikler ve değişim rüzgarları…


Bir çıkış olmalı!


Çözülmez gibi görünen problemleri bile çözemez hale getiriyorlar. 


Kafalar karışık ve gelecek gittikçe belirsizleşiyor!


Bu kadar hızla gelişen olayları ve değişen gündemi ne insan ruhu ve nede dünya kaldıracak durumda değil artık.


Çözülüyoruz ve çözüldükçe  parçalar halinde dağılıyoruz.


Nasıl çıkacağımızı bilmiyoruz! Dışarı çıkmak için çok zamanımız da kalmadı!


Siyasetçilerin, bilim insanlarının sihirbazlıklarına yeniliyoruz.


Umut giderek azalıyor.


Yeni kuşaklar da heba oluyor! 


Bu parçalanma içerisinde, aksine parçaların bağlantı ve birleşme noktalarını bulmak ve birleştirmek lazım.


Bedenlerin çözülerek, ruhça birbirini iterek uzaklaştırıldığı ve yalnızlaştırıldığı; toplumsal ilişkilerin bilinçli olarak çıkara endekslenerek daha da anlamsızlaştırıldığı bu süreçten çıkmak istiyorsak insanlığın ve maneviyatın dilinden konuşmak zorundayız.


Ancak bu şekilde kapitalist ve küresel, ulusalcı yapıların insanlık üzerine oynadığı oyunu bozabiliriz. Yeniden hayata dönebilir ölüden farksız yaşayan ruhlarımızı canlandırabiliriz…


Labirentlerde kaybolmamıza ve bir yapboz haline getirilen hayatlarımıza, sevgiyi, saygıyı, sağduyuyu ve merhameti eklemeyi öğrenmek zorundayız. Nefreti, zulmü, haksızlığı ve ötekileştirmeyi kendimizden uzaklaştırmayı başarabilmeliyiz.


Tepeden beklediğiniz her çözüm sizi daha fazla tutsak haline getirerek, yine en başa döndürüp çözümsüzlüğe itecektir. Bunu hep denedik ve yanıldık. Yine deneyip yine yanılmaya zaman kalmadı artık..! 


Çünkü yönetenlere yani yeryüzünün ilahlarına kaldıkça daha fazla sömürü, daha fazla tüketim ve kontrollü bir ölümle felaket kaçınılmaz olmaya devam edecektir.


Yaşamlarımız nefretle, ırkçılıkla ve hırsla çürümeye devam edecek,


Yine kendimizi kendi içimizde çürürken bulacağız.





17 Haziran 2021 Perşembe

AÇIN GÖZLERİNİZİ VE ETRAFINIZA BAKIN

Çöpün içinden yemek toplayan, sokaklarda titreyerek uyumaya çalışan, çocuğunun eğitimine parası yetmediği için kendisini öldüren insanların, evine ekmek götürmek için sokakta peçete satan çocukların olduğu ve gençlerin artık karamsarlaştığı bir ülke gerçeğini yaşıyoruz!

Bir taraftan kendini İslam’a nispet edip koca saraylarda düğünler yapan, sonunda pislik olarak çıkacak yemeğini koyacağı tabağa binlerce lira verip, sadece birkaç saat giyip bir kenara koyacağı gelinlik için para savuran, gösteriş olsun diye şatafatlı düğün yapan ve komplekslerinden arınamamış ve bunları bir övünç, bir şeref görerek yaşayan milyonlarca insanlar var.

Maalesef bize de böyle bir zamanda yaşamak farz oldu. Bu bizim tercihimiz değildi ama oldu!
Bunlar Allah’a teslim olduk, biz gerçek bir Müminiz deseler de, bu sadece bir yalan.

Bindikleri son model arabalar ile her yıl bunu nasıl yenileyeceğini düşünen tiplerin çoğalması, geçtikleri sokaklarda yoksullar için “Allah versin” edebiyatı yapıp, “Allah’ın vereceğini biz mi doyuralım” ahlakı takınanlar ahirette böyle rahat olamayacaklar…

Allah dağıtın dedikçe tam tersi nasıl yığacağız yarışı içerisinde yarışıyor insanlar…!
Oysa Kur’an bir kitap olmasına rağmen hitap edecek muhattaplarını arıyor ve diyor ki;


Tekâsür Suresi


1- Daha çok mal, servet, makâm, şöhret elde etme tutkusuna kapılarak dünyanın gelip geçici zevklerini çoğaltma yarışı ve bunlarla birbirinize karşı üstünlük taslama hastalığı, sizi öylesine derin bir gaflete düşürdü, insânî ve ahlâkî değerlerden uzaklaştırarak o kadar oyaladı ki,


2- Ölüp mezarı boylayıncaya kadar bu gaflet uykusundan uyanamıyorsunuz.


3- Dikkat edin, büyük bir yanılgı içindesiniz ve bunu yakında anlayacaksınız.


4- Evet,yakında ne büyük bir aldanış içinde olduğunuzu anlayacaksınız! Ama o zaman iş işten geçmiş olacak.


5- Yoo; şayet aklınızı kullanıp ilâhî vahye kulak vererek gerçeği doğru kaynaktan ve kesin olarak bilmiş olsaydınız..

Şeytan bizleri fakirlikle korkutmasın. Kazandıklarımızın temizinden, yoklukta ve darlıkta infak etmek Allah’ın emridir.

Bize düşen saçıp savurup gösteriş yapmak değil, Allah’ın verdiği rızık ile tek bir aç kalmayıncaya dek infak yapmak, mücadele etmektir.

İşte o zaman gerçek anlamda hem iman etmeyi, hemde insan olmayı başarmış olacağız..! Bunları fark etmedikçe, toplumsal yozlaşma ve yıkım daha da hızlanacak..! 

Dünyada varolduğumuz müddetçe iyiliğe ve güzelliğe taraf olmaya gayret etmeliyiz..

İddiamız, bir şey olmaktan ve statüden öte insan kalabilme mücadelesi olmalıdır…

Dünyaya gelirken ne getirdik ki ne götüreceğiz!

Açın gözlerinizi ve etrafınıza bakın! 

İyiliklerinizi çoğaltın. 

Size kalmayacak olan dünya malının yerine, size kalacak olan hayırlar ve güzellikler biriktirme gayreti içinde olun!

17 Eylül 2015 Perşembe

ORTADOĞU'DA PARÇALANMALARA DOĞRU

Ülkenin ve bölgenin her yanı yine yangın yerine döndü. Seçim sonrası oluşan ekonomik ve siyasi istikrarsızlık, içinden çıkılmaz bir duruma dönüşmeye devam ediyor. Bu meseleye siyasilerden çok artık halkın bilinçli olarak müdahale etmesi gerekiyor. Aksi halde bu sürecin dejenere olma riski çok yüksek.
Her gün yaşanan trajedik olayların haber olarak sunulması, yazar ve yorumcuların ülke meseleleri üzerinde kafa karıştırıcı fetvalar vermesi, ülkede başlayan yıkımı hızlandırmaktan başka bir işe yaramıyor.
Ortadoğu’ya yön verme hayalleri ile günden güne gençlerimiz ölüyor ve değerlerimiz yok ediliyor.
İnsanın canı bu ülkede ve bölgede hiçe sayılıyor!
İnsanlar neden ve niçin öldüğünü bile bilmiyor!
Mesele tam anlamıyla İslam’da değil!
Ortadoğu’da, Politik İslam ta baştan itibaren bu bölgede kolonyalist / emperyalist odaklar tarafından araçlaştırıldı, manipüle edildi. Bugün ülkede kendisine Müslümanım diyen bazı kesimler bile, bölgede yaşanan gerçekleri siyaset penceresinden yorumlayarak objektif bir bakış açısından uzaklaşıp, zulme ve şiddete sessiz kaldı. Hatta bu yıkıma destek vermek için başa gelen partilere oy verdi. Dolayısıyla sorunun bu veçhesini hiç bir zaman akıldan çıkarmamak gerekir.
İkinci Emperyalistler arası savaş sonrasında, özellikle de 'soğuk savaş' döneminde din (İslam)ulusal/ilerici/demokratik/ sosyalist hareketleri etkisizleştirmenin, Sovyet sistemini çökertmenin bir aracı olarak kullanıldı. Birçok siyasi aktör bu süreçten sonra sahneye alındı.
George Friedman“Gelecek 100 yıl” adlı kitabında, ABD’nin sorunlu bölgeleri ele geçirmekten çok burada kaosun daha da artmasını sağlamaya çalıştığını ve bunun ABD için daha avantajlı bir durum olduğunu söylüyor.
ABD’nin bölgede çıkardığı bu kaos ortamı açık ve net olarak bu kitapta geçen gerçekleri daha iyi gözler önüne seriyor. aldatılmaya hazır bir sistemde yaşayan insanlarımız çok kolay kandırılabiliyorlar.
Bölgede yaşayan halkların kendi ayakları üzerinde durmaları engelleniyor ve yeni kaos stratejileri devreye sokularak, bölgeyi din, mezhep, etnik, aşiret vs. düşmanlık temelinde sürekli çatışma ortamına dönüştürüyorlar.
Bölgede parçalanmalar hızlanırken, huzursuzluklar ve ölümler artarken, büyük boyutta İsrail'in güvenliği de Ortadoğu’da sağlanmış oluyor.
Bu sebeple radikalleşmeyi dinde değil, onu yorumlayanlarda aramak gerekir. Her gün televizyon programlarında boy gösterenler, Allah’a ve İslam dinine değil, sadece şeytani siyasete alet olarak halkı kandırmak ve iktidara yaranmak adına bu görevi yapıyorlar.
Benzer fanatizmler ve radikalleşmeler pek âlâ başka dinlerde de ortaya çıkabiliyor... Elbette belirli bir tarihten sonra İslam Dini kendini yenileme yeteneğini kaybetti, Şuanda gerçek İslam yaşanmıyor, sadece yaşandığı zannediliyor. Çünkü: Allah’ın emir ve yasaklarıyla yönetilen herhangi bir ülke yok. 
Sadece adı Müslüman olan devletler var. Bu sebeple Ortadoğu ülkeleri hep acı içerisinde kıvranıyor. İslam toplumları kapitalist modernitenin meydan okumasına cevap vermekte yetersiz kaldı; ama nihai analizde Ortadoğu toplumlarının içine sürüklendiği çıkmazı, sadece dinle açıklamak asla uygun değildir. 
Bölgenin durumunu, hakim ekonomilerle, Batı emperyalizmiyle bağımlılık, hakimiyet, sömürü ve şartlandırma ilişkilerini göz ardı ederek anlamak mümkün değildir.

9 Mart 2015 Pazartesi

İNSAN NEREDE ?

İnsanlar, eşya, zaman, mekan ve her şeyin öğütüldüğü hayat denilen değirmende ömrünü tüketiyor.

O halde aklıma gelen ilk soru İnsan nerede ?

Bu kargaşada insanın yeri neresi ?

İnsanı makinelerden ve hayvanlardan ayıran üstün insani özellikler hani?

Yaşadığım yer olan Cizre'de, o günlerde henüz psikolojik ve akli yapım kültür tortularının baskısından kurtulamamıştı. Bu kültür tortuları başka kaynaklardan geliyordu. İslami duyarlılığa henüz oldukça yabancıydım. Bir gün düzenin düzensizliği üzerine kafa yormaya başlarken, yaşanan trajedik olayların köküne inmeye karar verdim. 

Siyaset,Sosyoloji,Ekonomi,Tarih vs. derken, karşıma çıkan her türlü problemin temelinde beşeri sistemlerin yanlış politikaları olduğunu fark ettim.

İnsanların bugün ruhi bunalımlar,sinirsel hastalıklar,kişisel, ailevi ve sosyal kargaşalar içerisinde yaşam sürdüğü bir toplum haline nasıl geldiğini ve bu sistemin kimlerden sorulduğunu anlamak , artık günümüz şartlarında pek zor olan bir şey değil. Bilgi kirliliği dışında..

Avrupa ve Amerika 16. yüzyıldan başlayarak günümüze kadar, insanlığın binlerce seneden beri inanarak geldiği manevi değerlerin tamamını kökünden imha etti ve her türlü ilahi değerleri kökünden kazıdı.Bu değerlerin yerini ilmi tanrılaştırarak doğdu. İnsanlığa yeni bir tanrı ve yeni bir ibadet sistemi gerekliydi. Böylece, Amerika insanlığın şimdiye kadar tanımış olduğu bütün mukaddes değerleri red ederek yeni baştan üçlü bir tanrılar sistemi kurdu:üretim,servet ve lezzet...

Diğer yandan  Rusya'da Allah'ın birliğini inkar ederek, maddenin,ekonominin ve Marks'ın tanrılığında karar kıldı. Ve günümüz dünyası şuan da bu kapitalist sistemin ekseninde şekillenerek bocalıyor.

Temiz bir akılla toplumu gözlemlersek;Bir kısım insanların kanun koyduğu, tanrılaştırıldıkları, bir kısım insanların da bu kanunlara uyduğu, bu tanrılara itaat ettiği, kul ve köle olduğu bir toplum haline getirildiğimizi daha yakından görebileceklerdir.

Ve herkeste kendince doğru bir yolda olduğuna kanaat getirerek, insan hürriyeti ve onurunun varlığından nasıl uzaklaştırıldığını anlamaya başlayacaktır.

Eğer bir toplum da en yüce hakimiyet, sadece Allah'a ait olursa ve bu hakimiyet ilahi sistemin üstünlüğü esasına dayanarak kurulup gelişirse, bu toplum o zaman düzgün bir toplum olur ve gerçek anlamda hak, adalet, özgürlük, güven, huzur, refah ve kalıcı bir ilahi sistemle dünya düzeni ve istikrarı sağlanmış olur.

Yok eğer ki toplum, bir takım insanların tanrılaştırıldığı, bir kısmının da köleleştirildiği, adaletin, huzurun, güvenin, sadece beşeri sistemler ve madde üzerine endekslenerek gelişmesi, nesilden nesile doğrulukmuş gibi aktarılması, insanlar için felaketin çok yakın olduğunu gözler önüne daha net serecektir.

İlahi sistem maddi üretim için bireylerin özgürlük ve şerefini, aile ve toplumun temel direkleri ile onun dayanaklarını ve toplumun ahlak ve kanunlarını asla heder etmez. Tam tersi bunları ahlak ve değer hükümleri çerçevesinde ele alarak, insanın özelliklerini geliştirerek,insanı hayvandan ayıran yüce değerlere ulaştırmayı ve her iki cihanda mutlu kılmayı hedeflemektedir.

Yaşanılan toplumun niteliği ne olursa olsun,İslam bu alanda insanca özelliklere dayanan bir gelişme çizgisi sağlar. Bu yaşamsal çizgiyi koruyarak hayvanlığa doğru bir düşüşün meydana gelmemesi, nitelikli toplumların oluşmasını kaçınılmaz kılacaktır.

Maalesef  günümüz tüketim toplumunda bu grafik ve bu insani çizgi madde medeniyeti ile aşağı doğru inince ve kuşaklar zevk ve sefaya dalınca bu sistem medeniyet olmaktan çıkıyor ve ayrışmalar,kopmalar,acılar ve yok oluşlar başlıyor..

Toplumda birliğin temel taşını İnsanlık yerine; milliyet,renk,ırk,toprak,ulus,kabile ve bunlara benzer bağlardan birisi toplumu birleştiren temel bağ  olmaya başlıyor ve o zaman açıkça görülür ki ne milliyet,ne renk, ne ırk, ne toprak ve ne ulus, ne de kabile birliği insanın yüce özelliklerini temsil edemiyor. Çünkü: milliyet,ırk ve toprak birliğinin ötesinde ve üstünde yine en önemli varlık İnsandır. Bu şerefi ona Yüce yaratıcısı Allah vermiştir.

İnsan, sırf kendi hür iradesi ile ancak inancını,düşüncesini değiştirebilir ve yaşadığı toplumu ilerleterek,refah seviyesini belirleyebilir. Fakat kendi isteği ile milliyetini ve rengini değiştiremez. Tıpkı anne ve babasını seçme ve değiştirme hakkına sahip olmadığı gibi.. 

Hangi ırkın çocuğu olarak ve hangi toprak parçası üzerinde doğacağını bile bilemez ve tayin edemez. Çünkü: İnsanlar kulların hükmüne değil, Allah'ın hükmüne bağlıdır ve buna bağlı olarak yaşamalıdır.

İnsanlık bugün gerçek ve katıksız İslam'ın çağrısına her zaman kinden daha fazla muhtaçtır. Özellikle de İslam alemi bu çağrıya daha fazla muhtaçtır. Çünkü; Ortadoğu'da ve İslam'ın temellendiği bu topraklarda sahnelenen kirli oyunlar maalesef ki insanlara İslam'ın gerçek yüzü olarak yansıtılıyor..

Yine insanlığın bugünkü haline bir göz attığımızda, sebepler ve şartlar değişmiş ama şaşkınlık, ızdırap, kötülük ve anarşi değişmemiştir. Bu sadece İslam toplumları için değil, diğer semavi dinlerin hakim olduğu, hem de putperestlik esaslarının yürürlükte olduğu her yerde yaşayan insanların hayatını istila etmeye devam etmektedir. İnsanlık uyanmadıkça ve gerçek ilahı olan Allah'ın emir ve yasaklarına uymadıkça, diğer inandıkları tanrıların insanlığı yok edici savaşların ve sömürücü emperyalizmin kucağından kurtulamazlar.

Çünkü: hiç bir ülkede düzen kalmamış, hiçbir insanda huzur ve yaşama sevincinin zerresi bırakılmamış. Vicdanlar bunalımda. Mevcut inanç ve sistemlere olan güven azalarak yok edilmiş ve herkes bu sağır ve dilsizliğe alıştırılmış..

Mevcut sistemler sorgulandığında prensip ve kurumların hiç birisi insanı yeterince tatmin etmeye kafi değil.Bu sistemde çalışan ve üreten herkes, baş döndürücü bir boyutla bu üretim imkanları ve elde ettikleri kazançları yine basit lezzetlere ermek için harcıyorlar..

Maalesef İnsanlar,eşya,zaman,mekan ve her şey bu değirmende ömrünü tüketiyor. Bütün bunlar insan unsurunun taşıdığı kuvvet ve enerjinin iflas ettiğini gösteriyor. Hayat gün gittikçe daha fazla gürültülü bir hale geliyor..İşte bu karmaşıklık arasında insan kendine soruyor İnsan nerede?


26 Ekim 2014 Pazar

ORTADOĞU'DA GELECEĞİ ÖNGÖRMEK


Ortadoğu, tarih boyunca birçok insanlığın ve medeniyetin ortak noktası olmuştur. İslam öncesi ve İslam sonrası bir türlü istikrarın var olamadığı bu coğrafya;Bugün yine 500 yıllık tarihi ile Kapitalist sistemin egemen odaklarının ve ortaklarının yarattığı bir bataklık haline dönüşmüştür.

Bu ortak noktada en çok ezilen halkların başında, yine Kürtlerin gelmesi tesadüfi bir olay değildir. Dün Irak'taki Halepçe'yi ve 1992'li yılların Türkiye'sinde yaşanan trajedik olayların izleri hatıralarımızda her an canlanmaktadır. İşte dünden bugüne süre gelen bu olayların birçoğu, Kürtlerin varlığının dünyaya haykırışı niteliğinde olmuştur.

Türkiye sınırının yanı başında, insanlık dramının yeni bir boyut kazandığına hepimiz tanık olduk. Kobanê'yi teslim almaya çalışan IŞİD savaşçılarına karşı kayıtsız kalmak yerine, kısa bir sürede Türkiye'deki Kürtler'den de destek alarak bir direniş mücadelesi  verilmeye başlandı.Yaşanan katliamlara tüm dünya ülkeleri yine seyirci kaldı.

Özellikle,Türkiye Kürtleri ile barış sürecinin yaşandığı bu hassas dönemde, Türkiye, olup bitenleri sınır hattında seyretmekle yetinirken, yapılan söylemler Türkiye Kürtleri'ni oldukça öfkelendirdi. Geri dönülemez bir kırılmanın yaşanması an meselesi. 

Bu kırılma sadece Türkiye Kürtleri açısından değil,uluslararası konjektörlerin ve bölgedeki çatışmaların altında yatan asıl hesapların durumunu anlamak açısından da önem arz ediyor.
Kobanê direnişi üzerine verilen mücadelenin ve bölgede yapılan gizli hesapların analizi üzerinde durmaya çalışacağız.

Suriye'ye karşı yürütülen savaşın organizasyonunda yer alan tarafların bir kriz sürecinde olduğuna tanıklık ediyoruz.

Temmuz 2012’de düzenlenen, “yüz kadar devlet ve uluslararası kuruluşun yer aldığı”  Suriye dostları koalisyonu, bu gün itibariyle, sadece 11 ülkeden/kuruluştan oluşuyor. IŞİD örgütüne karşı olan koalisyon resmi olarak “60’tan fazla devletten meydana geliyordu”. 

Ancak, koalisyonu oluşturan tarafların, yapacakları görevler listesi gizli kalırken, ortak noktaları az olduğu görülüyor.

Çünkü: haziran 2014'te, Ortadoğu coğrafyasının ABD ve Rusya arasında yeni paylaşımı organize eden ve barış ortamına dönüldüğünü bildirmesi gereken Cenevre 1 konferansının yapıldığı zaman,  François Hollande’ı Devlet Başkanı seçen Fransa, konferansının nihai bildirisine kısıtlayıcı bir yorum konulmasını sağlamıştır. Fransa yönetimi daha sonra, ABD Dış İşleri Bakanı Hillary Clinton ve CIA Directörü David Petraeus’un desteğiyle, İsrail ve Türkiye hükümetlerinin Suriye’ye savaş açma düşüncesine dayanarak, savaşın başlamasını organize etmişlerdi.

ABD yönetimi, Ocak 2014’te yapılan kapalı bir oturum sırasında, Irak ve Suriye devletlerinde bölünme olacak şekilde, Irak’ta Sünni Arapların yaşadıkları bölgeleri ve Suriye’de Kürtlerin yaşadıkları bölgeleri işgal etme görevinin de verilmesiyle birlikte, IŞİD örgütüne silah ve finansman yardımı yapılması kararını kongreden geçirmişti.

Türkiye ve Fransa hükümetleri, IŞİD organizasyonu saldırı yapması için El-Kaide (El Nusra cephesi) örgütünü silahlandırdılar ve Koalisyonun ilk başlarda aldığı karara geri dönmemesi için ABD yönetimine itiraz ettiler. Ayman El-Zawahiri’nin sükûnette davet çağrısı üzerine, El-Kaide ve Daesh örgütleri arasında Mayıs ayında anlaşmazlık yaşanmadıysa, bu durum, Fransa ve Türkiye’nin o dönemdeki müttefik güçlerinin bombardıman saldırılarına katılmadıklarından dolayıdır.

ABD Yönetimi'nin Ortadoğu'daki en büyük amacı: bölgedeki hidrokarbür yataklarını kontrol etmek istemesidir. Bu planın en başında siyasetçi ve iş adamı, George W. Bush dönemi Başkan Yardımcısı, (20 Ocak 2001 - 20 Ocak 2009) Dick Cheney’in bulunduğu Ulusal Enerji Politikasını Geliştirme  Topluluğu (National Energy Policy Development Group) ilgili bölgelerde uydulardan alınan görüntüleri ve sondaj verileri incelemeye alarak, dünya hidrokarbür rezervleri yerlerini belirledi ve Suriye’de bulunan büyük doğalgaz yataklarını keşfetti.

2001’de yapılan askeri darbe sırasında Washington yönetimi, zengin doğal kaynak yataklarına el koyabilmek amacıyla, sekiz ülkeye saldırı düzenleme kararını aldı (Afganistan, Irak, Libya, Lübnan, Suriye, Sudan, Somali ve İran). ABD Dış İşleri Bakanlığı “Arap baharı” olaylarını organize etmek üzere Ortadoğu ve Kuzey Afrika (The Midlle and North Africa) dairesini kurarken, Genelkurmay Başkanlığı da (Suudi Arabistan ve Türkiye’nin bölünmesini içeren) “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi”nin yeniden düzenleme konusunu gündemine aldı.

ABD ve Rusya yönetimleri, İngiltere ve Fransa’nın daha önceki yerini alma ve 1916’da yapılan Sykes-Picot anlaşması gereği Londra ve Paris’in Ortadoğu coğrafyasını paylaştıkları gibi, bölgenin paylaşım görüşmelerine başladılar.

Fransa yönetimi, Haziran 2012’de, büyük bir tantana ile koalisyonun en önemli toplantısını Paris’te organize ederek Suriye’ye savaşını başlatmış oldu. Devlet Başkanı François Hollande konuşma metni, muhtemelen İsrailliler tarafından İngilizce olarak kaleme alındı ve sonra Fransızcaya çevirisi yapıldı.

ABD Dış İşleri Bakanı Hillary Clinton ve Büyükelçi Robert S.Ford (John Negroponte tarafında yetiştirilen) tarihin en büyük üstü örtülü savaşına giriştiler.

Daha önce Nikaragua’da olduğu gibi, özel olarak teşkil edilmiş ordular, bölgeye sevk edilen paralı askerleri seferber ettiler. Ancak bu defa, paralı asker kadroları cihatçı sürüsünü eğitmek üzere ideolojik bir çevreye alındılar.

ABD Savunma Bakanlığı Pentagon, Dış İşleri Bakanlığı ve CIA’da olup bitenler üzerine dönünce, Suriye’de yapılan operasyonların gözetimini ihmal etmiş oldu. Yürütülen savaşın maliyeti şaşırtıcı derece yüksek oldu.

Ancak, ABD, Fransa ve Türkiye devlet hazineleri dikkate alındığında, bu maliyetin anılan devletler için pek de önemli olmadığı anlaşılıyor. Çünkü finansmanı Suudi Arabistan ve Katar Emirliği tarafından sağlanmıştı.

Fransa ve Türkiye yönetimleri, 2013 yılı yaz aylarında sözde Esad rejiminin kimyasal silah kullandığı konusunu gündeme getirerek, ABD güçlerinin Suriye’ye geniş kapsamlı bir bombardıman faaliyetine girişmeye sevk etmelerinden sonra, Beyaz Saray ve Pentagon kontrolü yeniden ele almaya karar verdiler.

ABD yönetimi, 2014 Ocak ayında kapalı bir oturumla Kongreyi topladı. Irak devletinin üçe bölünmesini, Kürt bölgesini Suriye’den ayrılmasını içeren bir plan kararını aldı. 

Bu kararın gereği yapılabilmesi için, ABD Ordusunun, Uluslararası Hukuk kurallarına göre yapamayacağı işi gerçekleştirebilecek kapasiteye sahip bir cihatçı grubu finanse ederek, silahlandırma kararını aldı: yani, etnik temizlik yapmak için çalışmalara başlandı.

Koalisyon güçlerinin şimdilerdeki bombardıman faaliyetinin, ilk başlardaki izlenen, Suriye Arap Cumhuriyetinin yıkılması politikasıyla herhangi bir ilişkisi bulunmuyor.

Koalisyonun “terörle mücadele” ilanıyla da herhangi bir bağı yok. Bombardıman kampanyası, gerektiğinde bölgede yeni devletlerin kurulmasını da içerecek şekilde (ama gerekli olmadığı anlaşılıyor), ABD çıkarlarını savunmak üzere düzenleniyor.

Pentagon, Suudi Arabistan ve Katar Emirliğine ait bazı uçaklarla, sembolik olarak yardım ediyor. Ama Fransa ve Türkiye uçakları katılmıyor.

Havadan 4000’den fazla sorti gerçekleştirdiği iddia ediliyor, oysa sadece 300 kadar cihatçı savaşçının öldüğü tahmin ediliyor.

Resmi söylemi dikkate alacak olursak, 13’ten fazla saldırı oldu ve bir cihatçının öldürülmesi için kaç adet bomba ve füzenin kullanıldığı kimse bilmiyor. Tarihin en maliyetli ve en gereksiz hava saldırı kampanyası düzenlendi. 

Akıl yürütme yoluyla konuyu düşünecek olursak, IŞİD örgütünün Irak’a saldırması petrol fiyatları üzerinde bir manipülasyon olduğunu görürüz; petrol varil fiyatı 115 dolardan, 83 dolara düştü.

Bu oran,  % 25 düşüşe karşılık geliyor. Meşru yollardan Irak Başbakanı olarak seçilen Nuri El-Maliki, ülkesinde çıkan petrolün yarısını Çin’e satıyordu.Damgalandı ve iktidardan indirildi. Daesh/IŞİD organizasyonu ve Irak Kürdistan’ı Bölgesel Yönetimi de petrol satışlarında azalma oldu ve ihracat kalemleri % 70’e indi. Çin menşeli petrol şirketlerinin kullandıkları tesisler tamamıyla yıkıldı. Irak ve Suriye petrol ürünleri fiilen Çinli alıcılardan uzak tutularak, ABD’nin kontrol ettiği uluslararası pazara yeniden entegre edildi.

Bu yeni süreç gösteriyor ki; Suriye’de barış ortamı yeniden tesis edilecek ve uzun zaman gerektiren yeniden imar sürecine odaklanılacak.

Suriye yönetimi, ülkesini yeniden imar edilmesi amacıyla Çin inşaat firmalarına yönelebilir.
Ancak, Pekin yönetimini hidrokarbür ürünlerinden uzak tutmayı tercih edecek.

Petrol sanayisini yeniden inşa etmek ve doğalgaz yataklarını işletebilmek amacıyla Rusya firmalarına yönelebilir. Suriye’yi transit geçecek boru hatları konusu Rusya ve İran’dan alacağı desteğe bağlı olacak.

Fransa ve Türkiye yönetimlerinin bölgeye ilişkin yeniden kolonizasyon hayalleri gerçekleşmeyecek bir sürece girmiştir.

Fransa hükümeti, Çin’e yaklaşmaya çalışan bütün devletler üzerinde hüküm sürmeye girişebilir. İvoire Sahili, Mali, Orta Afrika Cumhuriyeti ve Batı  düzenini o bölgelerde yeniden inşa edebilir.

Bu süreçte Türkiye’ye gelince, bu atmosferde sesini yükseltmemesi gerekiyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, işin doğasına ters gelen bir durum, Müslüman Kardeşler ile Kemalistler arasında bir ittifak kurmasını başarsa bile, yeni Osmanlıcılık hayalinden vazgeçmesi gerekebilir.

NATO üyeliği sıfatıyla Türkiye, Yunanistan’da Gergios Papandreou ve Türkiye’de Bülent Ecevit hükümetleri döneminde olduğu gibi, ABD yanlısı bir askeri darbe kurbanı olmaya yatkın bir geçmişe sahip olduğunu unutmaması gerekiyor.

Yine 7-8 Ekim'de Kobane'ye destek amaçlı yaşanan iç karışıklıklar buna bir mesaj olarak kabul edilmelidir. İç karışıklığa zemin hazırladığı bu süreçte Kürtlerle başlattığı barış sürecinde somut adımlar atmalıdır.

Suudi Arabistan Hanedanlığı ve Katar Emirliği, Suriye Arap Cumhuriyetinin devrilmesi uğruna boşuna harcadıkları milyar dolarları hiç bir zaman Türkiye için tahsis etmeye yanaşmayacaklar.

Türkiye’de olası toplumsal bir alt üst olma durumundan sonra, belki yeniden inşaat faaliyetlerinin bir kısmına katılabilirler.

Suudi Hanedanlığı ABD’nin ekonomik çıkarları gereğini yerine getirmeye devam edecek.
Ancak, bölgede büyük çaplı savaşların önlenmesi yönünde çaba gösterilmesinden imtina edecek.

Suudi Arabistan Krallığı, Washington yönetiminin her zaman, Hanedan ailesinin kendi mülkü olarak gördüğü Arabistan’ı bölme kararını alabileceğinin farkında olması gerekiyor.

İsrail yönetimi, kısa vadeye yönelik, el altında Irak’ın gerçekten üçe bölünmesini teşvik edebilir. Güney Sudan’da daha önce gerçekleştirdiği gibi, Irak Kürdistan’ını kurdurabilir.
Kuzey Suriye ile birleştirebilmesi düşük bir ihtimal görünüyor.

İsrail yönetiminin, Birleşmiş Milletlerin Geçici Gücünü Güney Lübnan’dan alabilmesi ve Suriye sınırında olduğu gibi, Birleşmiş Milletler Salınımı Gözetleme Gücü (FNUOD) yerine El-Kaideyi ikame etmesi pek olası görünmüyor.

Ancak, 66 yıllık devlet tarihiyle İsrail, büyük girişimde bulunup, ama az kazanım elde etmeye alışık. Suriye ile yürütülen savaşta ve Koalisyonu oluşturan taraflar arasında aslında kazanan tek aktör.

Komşusu Suriye’yi uzun yıllara yönelik yalnızca zayıflatmadı, aynı zamanda, Suriye’nin kimyasal cephanelik oluşturmasını engellemiş oldu. Öyle ki, bugün artık dünyada, ileri düzeyde atom silahları cephaneliğine, kimyasal ve biyolojik silahlar cephaneliğine sahip tek ülke İsrail oluyor.

Irak Devleti bugün artık  fiilen üç ayrı devlete bölündü: İslam Halifeliği uluslararası camia tarafında tanınmayacak. 

İlk bakışta, Kürdistan’ın Irak’tan ayrılmasına engel olabilecek kimse görünmüyor. 

Aksi takdirde, Kerkük petrol sahaları da dâhil olmak üzere, idari tanımlamasına göre % 40 oranında topraklarında genişleme sağlamasını nasıl açıklayabiliriz. 

Halifelik yerine bir süre sonra tedricen, muhtemelen IŞİD örgütünden “ayrılan” kişilerin yöneteceği, ancak yönetilen halka daha az eziyet edileceği Sünni bir devlet ortaya çıkacak. 

El-Kaide eski savaşçılarının, en ufak bir itiraz olmaksızın,  iktidara getirildiği Libya sürecinde olduğu gibi.

Lübnan IŞİD örgütü tehdidi altında varlığına devam edebilir. Ancak, bu organizasyonun terörist faaliyetlerden başka bir rolü olmayacak. 

Cihatçı örgütler, anarşi batağına sürüklenmiş bir devletin siyasi faaliyetlerini dondurma aracı olarak işlev görecekler.

Rusya ve Çin yönetimleri, yerel halklara merhamet etmeleri için değil, ancak, IŞİD enstrümanı gelecekte kendilerine karşı kullanılacağından dolayı, Irak, Suriye ve Lübnan’da IŞİD organizasyonuna karşı hemen mücadele girişimde bulunmaları gerekiyor.

IŞİD örgütüne, finansmanını sağlayan Suudi Prensi Abdul Rahman ve operasyonları yöneten Halife İbrahim komutanlık ediyorlar.

Esas yönetici kadrolarının hepsi de askeri istihbarat servisleri üyesi olup, Gürcistan vatandaşı ve bazen de Türkçe konuşan, Çin vatandaşlığı olan kişilerdir.

Gürcistan Savunma Bakanlığı, bu konudaki fikrini değiştirmeden önce, cihatçılara eğitim verildiği kamplara ev sahipliği yapıldığını kabul etmişti.

Moskova ve Pekin yönetimleri, mücadele etme konusunda kaygı taşıyorlarsa, Kafkasya’da, Fergana vadisinde (Özbekistan) ve Xinjiang’da (Sincan Uygur Özerk Bölgesi)IŞİD organizasyonuna karşı mücadele vermeleri gerekiyor.


19 Ekim 2014 Pazar

ORTADOĞU'NUN DÜNÜ,BUGÜNÜ VE BEKLENEN SU SAVAŞLARI


Haçlı Seferleri, dünya tarihinin en uzun soluklu mücadelelerinden biri olarak tarihe geçmiştir. Müslümanlar, amaçlarını anlamak konusunda yetersiz kaldıkları bu yeni komşularını, siyasi rakiplerine karşı kullanabilecekleri bir araç gözüyle bakarak fazla önemsememişlerdir. 

Haçlılar da bu durumdan istifade ederek belki de umulandan çok daha rahat bir şekilde ana hedefleri Kudüs'e ulaşmayı ve Ortadoğu'ya yerleşmeyi başarmışlardır. 

Başlangıçtaki heyecan, karmaşa ve ön yargılar aşıldıktan hemen sonra tarafların, siyasi gereksinimlerinin aslında birbirlerinden pek de farklı olmadığı gerçeğini idrak etmeleri güç ve iktidar adına yapılan siyasî ittifakları da beraberinde getirmiştir. 

Ve bu günümüzde de farklı versiyonlar ile devam etmektedir.Müslümanlar tarafında Nureddin Mahmud b. Zengi, Selahaddin Eyyûbî ve Memlûklar, Haçlılar safında ise IX. Louis ve bazı istisnalar dışında 200 yıllık bu mücadeleye yön veren, seferlerin kaderini etkileyen temel olgu, siyasî ve ekonomik gereksinimlerin etrafında şekillenen karşılıklı çıkar ilişkileri olmuştur. Bu türden ilişkiler ise tarihin her döneminde Ortadoğu bölgesinin kaderini şekillendirmiştir. [1]

Nitekim Haçlı Seferleri sırasında yaşananlarla günümüzde Ortadoğu'da yaşananlar arasında herhangi bir farklılığın olmadığı görülmektedir. Dikkat edilirse,tüm dünya ülkelerinin gözü Ortadoğu'dadır. Her kutup ve sistem kendine göre politikalar geliştirdi, bir biri ile çeşitli ilişkiler kurarak süreç içerisinde ilginç bir dünya düzeni kurdular.

Bölgenin coğrafyası,coğrafya üzerine çizilen sınırlar,o sınırlar üzerine kurulan devletler, her birinin ulus devlet olma özelliği, bu devletlerde sergilenen demokrasi oyunları,ekonomisi,politikası ve en önemlisi yeraltı kaynaklarının paylaşımı ve kaderi emperyalizm tarafından belirlendi. 

Yüzyıl önceden oluşturdukları emperyalist yapı ile günümüze uzanan kirli  bir siyasetle, doku ve dengeler ile sürekli oynandı ve oynanmaya devam ediliyor. İslam adına Müslüman bir coğrafya'da El Kaide, El Nusra, IŞİD vb. gibi İslam ve İnsanlık düşmanı yapılanmalar yaratarak, Büyük Orta Doğu Projesi (BOP), Arap Baharı, Arap Devrimleri gibi türetilerle Ortadoğu'yu yangın yerine çevirdiler ve çevirmeye devam ediyorlar.

Ortadoğu'da kirli politika ve savaşların, tükenen enerji ve petrol kaynakları için yaşandığı gerçeklik göz önünde  bulundurulduğunda; paralel olarak sırayı yine hayati önem taşıyan tatlı su kaynaklarının tahribiyle ivme kazanacak olan su savaşları alacaktır.

Dünya yüzeyinin yaklaşık yüzde 70'i sularla kaplıdır. Mevcut suyun %97'sini okyanuslar ve denizlerdeki tuzlu su oluşturmaktadır. Geriye kalan %3'lük kısmını ise canlıların ihtiyaçlarını karşılayan tatlı sular oluşturmaktadır.Bu %3'lük su miktarının dünya üzerindeki dağılımı da son derece dengesizdir. [2]

Su ve petrol konusunda zengin olan, fakat bölge içinde yıllardır siyasi istikrar sağlayamamış Ortadoğu’da adeta bir çatışma ortamı yaratan su, diğer ülkelere nazaran İsrail’in tekelinde dağıtılmaktadır ve bu durum Ortadoğu’daki birçok ülke için hayati sorunlar yaratmaktadır. Suya ve su kaynaklarına ulaşmak için silahların devreye sokulduğu Ortadoğu’nun durumu, insanlığın geleceği için acı verici bir örnektir.

Su kaynakları ile ilgili gelenek ve yasaların insanlık tarihi ile birlikte doğduğu çeşitli kaynaklarda ifade edilmektedir. Uygarlığın doğup geliştiği bölgelerden biri olan Anadolu ve Ortadoğu; M.Ö. 3000 yıllarından itibaren insanlara sağladığı su kaynağı ve su ulaşım yolları ile temel yerleşim ve uygarlık alanlarından birisi olmuştur.

Su özellikle bu bölgede varlığı ile medeniyetin beşiği olurken, yokluğu da bu medeniyetlerin yıkılmasına yol açmıştır. Bilinen en eski uygarlık, ilk kez Fırat ve Dicle kıyılarında (Mezopotamya) kurulmuştur. Arkeologlar bu bölgede 4200 yıl önce, 300 yıl boyunca etkisini gösteren bir kuraklığın, Ortadoğu'nun ilk uygarlıklarından Akad Uygarlığı'nı çökerttiğini belirlemişlerdir.

Dünya, Ortadoğu gibi hızlı büyüyor. Fransız devriminden itibaren bakacak olursak; 1 milyar olan insan nüfusu 1960’larda 2,5 milyar, 2000li yıllarda ise ortalama 6,5 milyar insan nüfusuna ulaşmıştır. 2014 yılı itibariyle 7 milyar seviyesindedir. En hızlı nüfus artış oranı ise Ortadoğu ülkelerinde görülmektedir. Aynı paralelde Türkiye'nin de nüfusu hızla artmaktadır. 

Nüfus artışı konusunda yakın tarihimize bakacak olursak; cumhuriyetin kurulduğu yıllarda 14 milyon olan Türkiye, 1950 yılında 20 milyon, 1970 yılında 40 milyon, 1990 yılında 56 milyon nüfusa sahipken 2014 yılında 77 milyon insan nüfusuna ulaşmıştır. Şimdi aşağıda Ortadoğu'nun en önemli su kaynaklarına ve belli başlı krizlerine değineceğiz.

Zengin su kaynaklarına ve petrol rezervlerine sahip olan Ortadoğu'daki başlıca beş su kaynağından beslenmektedir[1].

Türkiye’den doğup, önce Suriye’ye ardından Irak’a geçen Fırat ve Türkiye’den doğup Irak’a geçerken Fırat Nehri ile birleşerek Şattülarap adını alan Dicle Nehri havzası.

İsrail, Ürdün ve Filistin tarafından kullanılan, Golan Tepeleri’nin batısından başlayarak önce Tiberiya Gölü’ne ve oradan İsrail işgali altındaki toprakları geçerek Ölü Deniz’e dökülen Ürdün (Şeria) Nehri havzası.

Lübnan, Suriye ve Türkiye arasındaki Asi Nehri havzası.

Bir kolu Viktorya Gölü’nden, öteki kolu Burundi Nehri’nden başlayan ve Burundi, Raunda, Tanzanya, Kenya, Etiyopya, Uganda, Kuzey ve Güney Sudan ile Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nden geçen Nil Nehri.

Lübnan topraklarında doğup denize dökülen Litani Nehri.

Bu nehirlerden Fırat ve Dicle Nehri’nin toplam su potansiyeli yaklaşık Nil Nehri’ne eşit ve yıllık ortalaması 87.7 milyar m³’tür. Fırat Nehri, Erzurum Dumlu Dağından doğup, ana kaynaklarını Doğu Anadolu Bölgesi’nden alarak Suriye ve Irak topraklarına geçmekte, Dicle Nehri’yle birleştikten sonra Şattü’l Arab adını almaktadır[2]. 

Nehir, yıllık ortalama akımı olan 31.6 milyar m3 suyun %90’ını Türkiye’den, %10’unu da Suriye topraklarından almaktadır[3]. 

Irak’ınsa bu nehre herhangi bir katkısı yoktur. Dicle Nehri, Doğu Anadolu’da Baba Dağı’nın güney eteklerindeki kaynakların birleşmesiyle meydana gelir. Ambar, Kuru, Pamuk, Hazro, Batman ve Garzan Çayları ile beslenerek Habur’dan Irak’a girer[4]. 

Yıllık kapasitesi 48.67 milyar m3 olan bu nehre Irak’ın katkısı %52, Türkiye’nin katkısı %48’dir ve Suriye’nin herhangi bir katkısı yoktur[5].

Ürdün Nehri’ninse yıllık ortalama su miktarı 1.4 milyar m³ olup, Fırat ve Dicle’nin veya Nil Nehri’nin taşıdığı su miktarının ancak %1.5’ine tekabül etmektedir[6]. 

Yüz ölçümü 18.000 km²’dir. Bu alanın %54’ü Ürdün’de, %30’u Suriye’de, %14’ü İsrail’de ve %2’si Lübnan’da bulunmaktadır. Nehir sularınınsa %27’si Ürdün’den, %32’si İsrail’den, %31’i Suriye’den ve %10’u Lübnan’dan kaynaklanmaktadır. İsrail, Ürdün, Filistin, Suriye ve Lübnan arasında çatışmalara neden olan Ürdün Nehri, 1967 yılında 6 Gün Savaşları’na neden olmuştur[7].

Dünyanın en büyük dördüncü nehri olan Nil Nehri havzası dokuz ülke arasında bölüşülmüştür. Bunlar; Burundi, Raunda, Tanzanya, Uganda, Etiyopya, Kenya, Kuzey ve Güney sudan ile Demokratik Kongo Cumhuriyeti’dir. Nil Nehri’nin sularında hiçbir katkısı olmayan Mısır, yıllık ortalama su miktarı 84 milyar m³ olan Nil Nehri sularının %70’inin kendine ait olduğunu iddia etmektedir. 

Nehrin %80’ini kullanan Etiyopya ve Sudan ile sorun yaşayan Mısır, Nil Nehri üzerinde ön kullanım hakkı[8] olduğunu ileri sürerek kullandığı suyu paylaşmak istememektedir[9].

Mısır ile Sudan arasında Nil Nehri ile ilgili yapılan ilk antlaşma 1929 yılında imzalanmıştır. Bu anlaşma ile yılda 4 milyar m³ su Sudan’a bırakılırken, Mısır’a yıllık 48 milyar m³ su tahsis edilmesine karar verilmiştir.1959 yılında yapılan ikinci anlaşmada Etiyopya’nın bu nehir üzerinden su kullanımına büyük ölçüde kısıtlama getirilmiştir[10].

Litani Nehri, Lübnan’ın Bekaa vilayeti sınırları içinde doğmakta ve Bekaa Vadisi’ndeki tarım alanlarını sulamaktadır. Ortadoğu’nun diğer su kaynaklarından farklı bir statüde olan Litani Nehri, doğduğu ülkenin topraklarından çıkmadan Akdeniz’e dökülmektedir. Nehrin yılda taşıdığı su toplamı 700 m³’tür. Bu su tutarı, İsrail gibi su sıkıntısı çeken ülkeler için ilgisini bu bölgeye çekmektedir[11] 

Uluslararası bir akarsu olmamasına rağmen İsrail bombardımanı ile bu Nehir üzerindeki barajlar zarar görmüştür. İsrail’in, uluslararası bir akarsu haline getirmek istediği Litani Nehri’ni Ürdün Nehri ile birleştirme amacı vardır.[12].

Yakın dönemde ve günümüzde petrol gibi enerji kaynakları ekseninde çatışmaların yaşandığı Ortadoğu böyle giderse bir de su için savaşacak. UNESCO'ya göre Ortadoğu'da su kaynakları için çıkabilecek olası çatışmalar şöyle:

Fırat ve Dicle için Türkiye, Suriye ve Irak arasında çatışma olasılığı görülüyor.

Şeria Nehri için ise Ürdün, İsrail, Lübnan ve Filistin arasında anlaşmazlıklar var ve çatışma olasılığı bulunuyor. Afrika'da ise Nil Nehri'nin Mısır, Etiyopya ve Sudan arasındaki bir su savaşına neden olması hiç de uzak bir ihtimal değil.

Litani gibi Bekaa Vadisi’nden doğan Asi Nehri, Litani’den farklı olarak Lübnan dışında Türkiye ve Suriye’yi de ilgilendirmektedir. 

Toplam uzunluğu 228 km olan Asi Nehri’nin 40 km’si Lübnan’da, 140 km’si Suriye’de, 88 km ise Türkiye’de bulunmaktadır. Su kaynağının %6’sı Lübnan, %92’si Suriye ve %2’si Türkiye’deki sulardan oluşur. Su kaynağının %98’i Lübnan ve Suriye tarafından, kalan %2’lik kısmıysa Türkiye tarafından kullanılmaktadır.

Orta Asya'da ise Aral gölü etrafında Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan ve Kırgızistan arasında bir hesaplaşma olasılığı var. Güney Asya'da Wular Barajı ile ilgili Hindistan-Pakistan gerilimi var. Farraka barajı için Hindistan ile Bangladeş geriliyor. 

Mahakali Irmağı ise Nepal ile Hindistan'ın arasında el bombası gibi duruyor. Güneydoğu Asya'da Mekong Irmağı'nı denetleyecek barajlar yapmaya kalkışan Kamboçya, Çin, Laos, Myanmar, Tayland ve Vietnam'ın karşı karşıya gelme olasılığı var.

Güney Afrika'da Bostwana ve Namibya birçok kez su için çatışmanın eşiğine geldi.
Libya'nın tükettiği fosil sular ise Cezayir'i geriyor. ABD ile Meksika arasındaki Kolorado Irmağı suyunun paylaşımı sorunu da bir dinamit gibi ortada duruyor.

Uruguay, Arjantin, Brezilya ve Paraguay'ı kapsayan La Plata da Güney Amerika'nın da çatışma olasılıkları içinde yer alabileceğini gösteriyor. Tarih boyunca su ile ilgili sebeplerden yaşanmış kimi anlaşmazlıklar, çatışmalar ve bölgesel ayaklanmalar da oldu.

1990 yılında Atatürk Barajı'nın yapımı için bir süre Fırat'ın sularının akışı engellendi. Suriye ve Irak Türkiye'yi protesto etti ve barajın Türkiye için bir savaş silahı olduğunu savundu.

Yine 1990'lı yıllarda Turgut Özal, PKK'ye destek verdiği gerekçesiyle Suriye'yi uyardı ve suyu kısıtlamakla tehdit etti. Sadece 2014 yılı içinde olan olaylar bile endişe verici.

Yukarıda bahsi geçen konular, dünyada yaşanmış ve yaşanacak olan savaş sebeplerinin yalnızca petrol ve yeraltı kaynakları için olmadığını, gelecekte de olmayacağını göstermektedir. Ortadoğu, petrol ve diğer doğal madenler açısından maddi olarak zengin bir bölge olmasının yanında, insanlık tarihinin başladığı yer ve ilk medeniyetlere ev sahipliği yapmış olması bu bölgeye manevi olarak da ayrı bir önem katmaktadır. 

Tek tanrılı dinlerin kutsal mekanlarını içinde barındıran Ortadoğu, tarihi boyunca hakimiyet savaşlarına sebep olmuştur. Dünyanın en önemli su yollarının bu bölgede olduğunu da göz önünde bulundurursak, hakimiyet savaşlarının şekil değişikliği ile devam ettiğini ve edeceğini söyleyebiliriz.

Zamanın egemen güçleri, Lozan anlaşmasıyla birlikte Türkiye sınırlarını belirlerken suyun öneminin yeterince fark edebilselerdi, petrol rezervlerinde olduğu gibi su kaynaklarını da Türkiye sınırlarının dışarısında bırakırlardı. Kısaca dünya su dağılımına bakarak Türkiye'nin bu konudaki önemine, alınması gereken stratejik önlemlere acilen ihtiyaç duyulmaktadır.














KAYNAK
[1] Aydın USTA, Çıkarların Gölgesinde Haçlı Seferleri (Müslüman-Haçlı Siyasî İttifakları)
[2] www.harpak.edu.tr/saren2/files/GSD/guv_str_sayi_3_haziran2006.pdf
[3] OKYAY, Cem; Türkiye ve Ortadoğu’da Güncel Gelişmeler Işığında Su Sorunu, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Gebze Yüksek Teknoloji Enstitüsü, Gebze, 2012, s. 29.
[4] ILGAR, Rüştü, KHALEF, Salem, “Türkiye’nin Sınır Aşan Akarsu Anlaşmalarına Coğrafi Açıdan Bir Bakış”, Marmara Coğrafya Dergisi, sayı 10, İstanbul 2004, s. 62.
[5] http:www.orsam.org.tr/tr/SuKaynaklari/MerakEdilenler.aspx?SoruID=6, (27.10.2012).
[6] ACAR, Eray, “Avrupa Birliği’nin GAP ve Su Sorununa Yaklaşımı Çerçevesinde Fırat ve Dicle Nehirlerinin Yönetimi Üzerine Tartışmalar”, Güvenlik Stratejileri Dergisi,  Sayı 4, 2006, s. 71.
[7] KARADAĞ, Aybike Ayfer, UZUN, Osman, “Havza Yönetimi ve Türkiye’nin Sınır Aşan Su Politikalarına Etkisi”, s. 10.
[8] OKYAY, age, s. 33.
[9] KESİK, Ünsal; Ortadoğu’da Su Sorunu ve Türkiye’nin Sınır Aşan Suları, Abant İzzet Baysal Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Bolu, 2009, s. 86.
[10] Ön kullanım üstünlüğü doktrine göre; bir ülke kendi topraklarından geçen suyu, diğer kıyıdaş ülkeden önce kullanmaya başlamışsa bu kullanıma devam ettiği sürece öncelikli olarak o sudan kullanma hakkına sahiptir ve diğer kıyıdaş ülke bu hak durumunu gözetmelidir.
[11] OKYAY; age, s. 33.
[12] KESİK, age, s. 83.
[13] ULUATAM, Özhan; Damlaya Damlaya Ortadoğu’nun Su Sorunu, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1998, Ankara, s. 96.
[14]KESİK, age, s. 93.
[15] ULUATAM, age, s. 98.


[16] AKMANDOR, M. Neşet, “Su Kaynaklarımız ve Sınır Aşan Akarsuların Yeri ve Önemi”, http://www.parsmakina.com/makaleler.php?sayfa=56, (10.11.2012).

UYANIN!

Great Reset'çilerin Yeni Dünya Düzeninde Türkiye için planı, ABD gibi bir göçmen ülkesi, Çin gibi ucuz işgücü cenneti olması var.  Bu ko...